İklimce Sohbetler Stockholm+50 Özel Oturumu

İklimce Sohbetler Stockholm+50 Özel Oturumu’nda sağlıklı bir gezegende ortak geleceğimizin refahını konuştuk. Aşağıda konuştuğumuz konuların tam metnini bulabilirsin.

İKLİMCE SOHBETLER
STOCKHOLM +50 ÖZEL OTURUMU
07.06.2022

Mert Fırat- Yeniden kavuştuk, yeniden buradayız. DasDas’tayız yüz yüze. Aslında bu bizim üçüncü iklimdaşlığımız, üçüncü İklimce sohbetimiz. İlkini karşı salonda yapmıştık. İkincisini tam böyle bir havada cloud’da yaptık, dijital gerçekleştirdik. Üçüncüsü yine burada bir başka salonumuzda gerçekleşiyor. Bizleri yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ediyoruz.

Geçtiğimiz günlerde tüm iklimdaşlarla yaptığımız çağrının ışığında bu yıl aslında İklimce Sohbetleri Stockholm +50 Özel Oturumu ile başlıyoruz, başlatıyoruz sizlerin de katkısıyla birlikte.

Birleşmiş Milletler, 1972’de Stockholm’de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansıyla ilk defa çevre ve kalkınma ilişkisinin önemini vurgulamıştı. Bu yıl, yani tam 50 yıl sonra önümüzde iklim değişikliği, biyoçeşitlilik yok oluşu ve doğal alanların tahribatı el ele verdiler. Yani üçlü bir krizin içindeyiz. Bu arada şöyle güzel aralarda size hatırlatmalar yapacağım ya da böyle bilmiyorum çok da ilgilenir misiniz? Ama bu koliler bizim geçen etkinliklerden arada bazı parçalar saklıyor. Yani biz aslında kolilerimizi tekrar kullanıyoruz. Geçen etkinlikten hangisinin kaldığını bulan olursa, onu vereceğiz. Bir kısmıyla ev taşıdık. Ofis ve evler taşındı biliyorsunuz; ofisler birleşti, evler küçüldü, daraldı falan. Dolayısıyla onu da böyle belirtmeden geçemedim. Yani şuradan bakarken kolileri gördüm.

Şimdi 2030’a kadar da sürdürebilir kalkınma amaçlarına ulaşmak için çalıştığımız bu büyük varoluş mücadelesini, gezegenimizin geleceği ile bizlerin geleceği ortak. Gezegeni korumak, yoksulluğu yok etmek ve insan haklarına yönelik harekete geçmek, biliyorsunuz hiç bu kadar acil bir ihtiyaç maalesef olmamıştı. UNDP Türkiye, Birleşmiş Milletler Çevre Programı UNEP ve diğer Birleşmiş Milletler Kurumları, Stockholm Konferansı’nın 50’nci yılını bir kez daha ülkeleri ve tüm paydaşları geçtiğimiz hafta İsveç’te ağırladılar, bir araya getirdi. Stockholm +50 Konferansı ortak geleceğimiz için ortak sorumluluğumuzu öne çıkardı aslında.

Bu gün bu tarihi dönüm noktasında aslında üç konuğumuzla birlikteyiz. Gezegenimizin üçlü kriziyle nasıl mücadele edeceğimizi birlikte konuşacağız. Nelere, nasıl uyum sağlayacağımızı konuşacağız. Ortak çözümler, ortak yollar ne, onları paylaşacağız. İsveç Büyükelçiliği Misyon Şefi Yardımcısı, Elçi Müsteşar Sayın Louise Morsing aramızda. UNDP Türkiye Mukim temsilcisi Sayın Louisa Vinton aramızda. Başkent Üniversitesi Çevre Topluluğu Kurucu Başkanı ve İklim Elçisi Sayın Onat Sarıtaş aramızda, hoş geldiniz.

Evet bizim evet seyircilerimiz de rollerini çok iyi çalıştılar. Tam konuştuğumuz gibi orada çok teşekkürler. Şimdi biz acelemiz de olduğu için iklimle ilgili hızlıca böyle formatı şöyle düşündük. Hızlıca sorularımıza geçelim. Aslında ilk bölümde biz konuklarımıza sorular soracağız. Sonra akabinde ben doğaçlama sorular soracağım. Soramazsam sizden hemen yardım alacağım. Diyeceğim ki: Sizlerin soruları ve sonra güzel bir coffee break, kahve arası vereceğiz. Sonra devam edeceğiz. Başlıyorum.

Sayın Louise Morsing, Stockholm +50 sürecinin temsilcisi olarak sizinle başlamak istiyorum aslında uygunsa. İklim değişikliği, ekosistem çöküşü ve kirlenme içeren üçlü bir krizle aslında karşı karşıya. Yani hepimiz bu üçlü krizle karşı karşıyayız. Stockholm +50 gelişmeleri ve uyumlu biçimde vizyonu nereye koymalıyız? Yani nasıl olmalı? Sizden bunun cevabını alabilir miyiz?

Louise Morsing- Çok teşekkür ederim. Bu etkinliği organize eden UNDP, DasDas’a, Mert sana ve gelip bizi dinleyen seyirciye çok teşekkürler.

Vizyonumuz ne olmalı? Öncelikle, geçtiğimiz hafta Stockholm’de gerçekleşen Stockholm+50 konferansına ev sahipliği yapma onurunu Kenya ile paylaşan İsveç’i temsil etmekten çok mutluyum. Stockholm+50 adını ilk kez duyduğumdan beri çok uzun zaman geçti. İtiraf etmeliyim ki ‘Artı 50’ nereden geliyor, hiçbir fikrim yoktu. Muhtemelen birçoğunuz zaten biliyorsunuz ama ‘artı 50’, ilk BM iklim ve çevre konferansının Stockholm’de 50 yıl önce düzenlendiğini belirtiyor. Yani 1972’de BM Çevre Konferansı’nın düzenlenmesi adeta çığır açan bir eylem olmakla birlikte, günümüzde bu konuya yaklaşımımız tamamen farklı. Herkes çevre veya iklimi, tüm dünyaca paylaştığımız, kesinlikle en acil görevlerden biri olarak değerlendiriyor. Ben ise bunun, yani gezegenimize aslında zarar verdiğimizin farkında olmamızın başlı başına büyük bir zafer olduğunu düşünüyorum. Ancak Stockholm+50 Konferansı sadece yapmış olmak için yapılmış veya yeni bir karar, birkaç önemli taahhüt taslağı oluşturmak için düzenlenmiş bir konferans değil. Hayır, Stockholm+50, taahhütlerimizi yerine getirmeye ve söylediklerimizle yaptıklarımızın bir olmasına yönelik verdiğimiz sözleri tutmakla ilgili…

İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’i tanıyorsunuzdur. Tüm dünyadaki karar vericiler ve yetkililere çok sert mesajlar veriyor. Bizim bazı mesaj ve sloganlarımıza da atıfta bulundu ve Stockholm+50’yi hiç ciddiye almadı. “Yeşil dönüşüm, daha iyi inşaat faaliyetleri” gibi lafların yalnız boş sözler olduğunu söylüyor. Buna hem katılıyorum, hem de katılmıyorum. İklim kriziyle mücadele etmek için belli ki yeterince iş başarmadığımız konusunda hemfikiriz. Ödemekte olduğumuz bedel az çok her yerde gözle görünür halde. Öğrendiğim kadarıyla Türkiye’de de çeşitli ciddi belirtiler varmış. Geçtiğimiz yaz aylarında orman yangınları, seller ve kuraklıklar yaşanmış. Geçenlerde Konya’yı ziyaret ederken, en son gerçekleşen kuraklığın son derece ciddi olduğunu anlattılar. İsveç’te de durum çok ciddi. Havalar kesinlikle çocukluğumdaki gibi değil. Çocukluğum İsveç’in kuzeyinde, Laponya’da Lule Nehri kıyısında geçti. Ne yazık ki bugün o zamanki balıklar yok. Aslında balıklarımızın sayısı çok azaldı…

Bunlara ek olarak, geçtiğimiz yılın iklim değişikliği paneli raporu oldukça korkutucuydu; BM Genel Sekreteri “insanlık için kırmızı alarm” olarak niteledi. Yani Paris Anlaşması’nın hedeflediğinden önemli ölçüde daha kötü bir sonuca varacak bir yoldayız. 1,5 derece değil, 2,7 derece ve belki de daha fazla; Bilim bize zamanımızın azaldığını gösteriyor. İklim eylemleri gerçekleştirerek, kirliliğe ve çeşitlilik kaybına son vererek biyosferle ilişkimizi eski haline getirmek tüm insanlık için aciliyet taşıyan bir görev.

Öte yandan sözcükler de önemlidir… Sözcükler zihniyetleri, tutumları, davranışları da değiştirir. Stockholm+50 Konferansı sonucunda ortaya çıkan ana mesajlar da buna örnek. Eğer karar vericiler ve bizler tarafından kulak verilirse, genç iklim aktivistlerinin sözleri de önem taşıyor. Aslında değişim gerçekleşiyor; sürücü koltuğunda özel sektör oturuyor, çünkü müşterilerin tercihlerini değiştirdiğini ve siyasi çerçevenin değişimden geçtiğini görüyorlar. Buna İsveç’te de pek çok kez şahit oldum. İnovasyonlar konusunda da, yönetim kurul odalarında da bunu gördüm. Fosil yakıtsız İsveç girişiminin başarısı bu değişimin bariz göstergelerinden biri.

Bence “Avrupa Yeşil Mutabakatı”, yeni bir politika çerçevesinin fark yaratabileceğine ilişkin harika bir örnek. Türkiye’de özellikle özel sektör aktörlerinin buna sürekli atıfta bulunduğunu gördüm: “Bu Yeşil Mutabakat’ta, Avrupa’nın dönüşümünde yer almalıyız; döngüsel ekonomi için de eylem gerekçesi mevcut” diyorlar. Aynen öyle. Trump dönemindeki politikalar yüzünden, çok taraflı işbirliği konusunda oldukça karanlık bir dönemden geçtik ne yazık ki… Neyse ki ABD artık değişti. AB eylemleri ve BM süreci sayesinde, çok taraflı eylemin tanınmakla kalmayıp aynı zamanda gözle görülür sonuçlar vereceği bir döneme girmekteyiz.

Elbette, Türkiye Meclisi’nin -sanıyorum geçtiğimiz Ekim ayında- Paris Anlaşması’nı onaylama kararını memnuniyetle karşılıyoruz. Buna acil ihtiyaç vardı ve son derece yerinde oldu. AB-Türkiye arasında yeniden başlatılan üst düzey diyalog devam ediyor. Bu üst düzey diyalogun, geçen yıl Eylül ayında gerçekleştirilen ilk etkinliğinin teması da iklim değişikliğiydi.

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı verdiği acımasız savaş da dahil olmak üzere, mevcut jeopolitik durumu da göz ardı etmemek gerektiğinden de söz etmeliyim. Ağustos ayında Türkiye’ye gelmeden önce dört yıldan fazla Ukrayna’da çalıştım. Bu savaş bizlere bir kez daha, fosil yakıta bağımlı olmanın sadece iklim değil, güvenlik açısından da risk oluşturduğunu hatırlattı. Çevre, insan hakları, güvenliğimiz… her şey birbiriyle bağlantılı. Söylenecek daha çok şey var, ancak diğer konuşmacıların zamanından çalmamak için sözlerime burada son vereceğim. Çok teşekkür ederim.

Mert Fırat- Çok çok teşekkür ediyoruz anlamlı konuşmanız için; çok keyifliydi.

Sayın Louisa Vinton; Birleşmiş Milletler Eylem 10 Yılında 2030 gündemi, Paris Anlaşması ve 2020 sonrası küresel biyoçeşitlilik çerçevesi ve ona dair sürdürebilir kalkınma amaçlarına ulaşmak için güçlü bir çerçeveye sahibiz aslında. Tüm bu çerçeveler tutarlı bir şekilde birbirini nasıl konuşacak, nasıl bir araya gelecek?

Louisa Vinton- Çok teşekkürler; Mert, bu etkinliği sunduğun, iklim eyleminin harika savunucularından biri olduğun ve aynı zamanda UNDP’nin iyi niyet elçisi olduğun için sana da gerçekten teşekkür ederim.

Bugün Louise ve Onat ile birlikte bu kadar güncel bir tartışma hakkında bu panelde bulunmak harika. İsveç’e de daha geniş kapsamda takdirlerimi sunmak istiyorum. Hem Kenya ile beraber Stockholm +50 toplantısını düzenledikleri için hem de toplantıdan önce UNDP ile birlikte 59 ülkede çok kapsamlı birtakım konsültasyonlar yaptıkları için. Sadece başkentte yaşayan insanların ya da sadece devlet yetkililerinin değil, başkentler dışında yaşayan insanların da neler düşündüklerini araştırdılar. Ki söz konusu istişareler, insanların iklim değişikliği ve iklim güçlükleri hakkında ne düşündüğünü anlamaya yardımcı oluyor. Yanı sıra, bu tartışmalara herkesin sesinin dahil edildiği mesajını iletmek açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. İşte tüm bunlar için bir kez daha teşekkür ederim.

Evet Mert, çerçevelerden söz ettin; bu konuda, “Stockholm kağıt üzerindeki boş sözlerden mi ibaret, yoksa gerçek ilerlemeyi teşvik edecek eylemler için anlamlı bir çerçeve mi oluşturacak?” Bu soruya Louis’inkine benzer bir cevap vermem gerekir. Çünkü ben de kararsızlık yaşıyorum…. ve bunların her ikisi de olabilir diye düşünüyorum; ancak bu sonuca nasıl vardığım konusunda söyleyecek birkaç sözüm daha var…

Bu salondaki en yaşlı kişi muhtemelen benim; Stockholm+50’den 12 yaş kadar daha büyüğüm. O yüzden, görmüş geçirmiş biri olarak sizinle konuşuyorum… Stockholm’de o zamanlar bu konferansın gerçekleştirildiğini bilmiyordum, ancak 70’lerde ortaya çıkan çevreci harekette ben de sıkça yer alıyordum. Ben bir doğa aşığıyım; ikliminizin, aşina olduğunuz flora ve faunanın yok olduğunu izlerken hissettiğiniz acıya ben de kapılıyorum… Biliyorsunuz Çocukluğumun geçtiği yerde yabani çimler, sülünler, türlü türlü ilginç kuşlar vardı; artık onları görmüyorsunuz, güçbela bir kardinal kuşu veya mavi alakarga görebilirsiniz. İşte bu kayıp hissinden biraz bahsedeceğim çünkü sanırım tam olarak ruh sağlığı profesyonellerinin artık “iklim yası” olarak adlandırdığı şeye kesinlikle katılıyorum. Yani her şey daha kötüye gidiyor, çok fazla şey kaybettik ve bir daha asla göremeyeceğimiz hava durumlarının yasını tutmakla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Belki de eskisi gibi karları bir daha asla göremeyeceğiz, bildiğimiz canlı türlerinin birçoğu ya yok oldu gitti, ya da büyük tehdit altında. Yani ben biraz karamsar taraftayım…

Her şey iyi giderken bile karamsar bir insanımdır, ancak şunu söylemeliyim ki… Evet, Louise’in dediğine katılıyorum, Rusya’nın Ukrayna’yı zalimce işgali, iklim krizi ve daha başka bir sürü şey “kıyamet senaryosu” gibi görünüyor. Umutlu kalmak oldukça zor, o nedenle eninde sonunda, bu kasvetli zamanda bana neyin umut verdiğine dikkat çekeceğim. UNDP’nin bu etkinliği de içeren çalışmalarıyla ilgili birkaç şey söylemek gerekirse, kuşkusuz Stockholm’ü sürdürme derdindeyiz. Kendi adıma konuşursam, Stockholm+50 Konferansı’nın en anlamlı yanı, bireylerin sağlıklı ve yeşil bir çevre hakkına sahip olduğunun onaylanmasıydı. Bu hak yalnız dünya, ekonomiler veya sağlığımız için iyi bir şey değil, aynı zamanda bir hak; çünkü bence insanlarda hak görme ve eyleme geçme duygusunun yerleşmesini sağlıyor. Hukuki ölçekte de insanlar bir hakka sahip olduklarını, bu haklarını uluslararası hukuk ile mahkemelerde savunabileceklerini hissediyor. Bence durumun böyle olduğu Stockholm’de yüksek sesle ve ikna edici şekilde teyit edildi.

Peki Türkiye’de kişilerle ve gruplarla konuştuğumuzda ya da internet üzerinden anket düzenlediğimizde, devreye sosyal medyayı soktuğumuzda neler duyduk? Rahatlatıcı bir şekilde, insanların süreçte daha da hızlı hareket etmemiz gerektiğinin son derece farkında olduğunu gördük. Özellikle Paris Anlaşması’nın imzalanması, 2053 yılına kadar sıfır emisyon hedefinin belirlenmiş olması ve Avrupa Yeşil Mutabakatı ile birlikte Türkiye’de aslında işleri hızlandırmanın önü açık ve zaten bunun da yapılması gerekiyor… Daha fazla şey yapılması gerekiyor. Birtakım eylemlere geçilmesiyle ilgili olarak özellikle enerji sektörüne odaklanılmıştı. Eğer yeterince radikal eylemler gerçekleştirilirse, özellikle azaltım -yani sera gazlarının azaltılması- yönünde muazzam kazanımların elde edilebileceği bir alan olarak görülüyor burası. Genellersek, konuştuğumuz kişilerin Türkiye için kilit önemde olduğunu düşündükleri üç öncelik var: Bunlardan ilki yönetimle ilgili; devletin devreye girerek yeşil ekonomi için düzenleyici bir çerçeve sağlaması gerektiğiydi. “Buyurun, alışverişiniz için bir bez çanta daha” veya “lütfen geri dönüşüm yapın” demek yeterli olmuyor. Hayır. yeşil ekonomi için belli kurallar ve net bir yapı olması gerek.

İkincisi, fosil yakıtların aşamalı olarak ortadan kaldırılması… Benim duymak istediğim şey tam da buydu. Türkiye’de kurulu gücün %52-54’ünün yenilenebilir enerji olduğunu duyarız ancak bu yalnız elektrik üretiminde geçerli ve bir dünya enerji var. Gerçek rakamlara baktığımızda, Türkiye’nin enerjisinin yaklaşık %80’i fosil yakıtlardan elde ediliyor. Yani bu Türkiye için pek iyi bir istatistik değil. Kömüre ve linyit gibi kömürün son derece kötü türlerine çok fazla bel bağlanıyor – bu da sağlık için zararlı. Yani insanların, fosil yakıtların aşamalı olarak durdurulmasını öncelik kabul ettiğini görmek sevindirici. Üçüncü öncelikse, daha sürdürülebilir tüketim alışkanlıkları. İşte gerçekte duyduklarımız bunlar; hepsi de söz ettiğiniz tüm çerçevelerle son derece uyumlu, o yüzden bunları -yani insanların istediğini- gerçekleştirebilirsek, iyi bir konuma gelebiliriz.

Ancak benim aklımı meşgul eden soru şu: “Eğer istediğimiz buysa, neden yapamıyoruz? Bunu başarmak neden bu kadar zor?” Bence kilit nokta da bu. Elimizde neler var? “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”. Bu amaçlar gönüllülük esaslı bir çerçeve. Dünyadaki her ülke “Tamam, biz bunu istiyoruz” dedi ancak bu bağlayıcılığı olan uluslararası bir antlaşma değil, uluslararası hukukun gücüne de sahip değil. Ama İklim Anlaşması öyle. Paris Anlaşması da öyle. Bunlar uluslararası kanunlar, o zaman neden 1,5 derece sorununu yaşıyoruz? 2015’te Paris’te herkes bu hedefi kabul etmişti.
Peki gerçekte olan biten ne? Beni dehşete düşüren şey tam da bu! Hükümetler, devletler ve insanlar “Elbette bu kurala uyuyoruz, elbette kendimizi buna adadık, elbette net sıfır emisyon peşindeyiz” dedikçe bunlardan o kadar uzak bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu sadece 1,5 derece mi yoksa 2,7 derece mi olduğuyla ilgili değil, hatta sanıyorum şu an 3 derecelere ulaştı. Asıl sorun, bu yıl karbon emisyonlarında yeni bir dünya rekoru kırmış olmamız… Her geçen yıl yeni bir dünya rekoru kırılıyor; emisyonları artırmaya devam ediyorsak ve dört milyon yıldır görülen en yüksek seviyeye ulaştırıyorsak, emisyonları nasıl azaltıyor olabiliriz? Emisyona neden olmak için oldukça uzun bir süre bu. Medya organlarını takip ediyorsanız bana katılacaksınızdır, her gün yeni bir iklim rekoru kırılıyor ve bu rekor hiçbir zaman iyi yönde olmuyor. Son yedi yılın dünya tarihindeki en sıcak yıllar olduğunu gördük, yani durum iyi değil. Hepimiz bunu, Pakistan’da sıcaklık 51 dereceye ulaştığında gördük. Benim alışık olduğum ölçü sistemiyle karşılaştırmak için Fahrenheit’a çevirdiğimde bunun 126 derece ettiğini gördüm -ki bu tarif edilemez bir sıcak.

Bir de okyanus sıcaklığının, okyanuslarda asit derecesinin evrenin tarihindeki en yüksek değerlere ulaştığını görüyoruz. Bu balık dostlarımız için, hatta hiç kimse için iyi haber değil. Sonra bir de deniz seviyesinin 30 yıl öncekine göre 10 santimetre yükseldiğini görüyoruz; buzullar eridikçe deniz seviyesi giderek daha hızlı yükseliyor. 10 santimetre…

Santimetre yerine inç kullanarak büyüdüğüm için ona da bakmam gerekti. Eğer ölçtüğünüz şey bir filse, fazla büyük bir rakam değil. Ancak eğer düşük rakımlı bir ada devletiyseniz, bu oldukça fazla su alacağınız anlamına geliyor, ki bu da iyi haber değil. Afetlerden de söz etmiştiniz. Dünyanın dört bir yanında afetlerin giderek daha fazla, daha sık, daha şiddetli, daha yıkıcı, daha tehlikeli ve daha ölümcül olduğunu görüyoruz.

Bazı ülkeler buna yönelik bir takım eylemler yürütüyorlar. İsveç’ten söz etmiştiniz. UNDP’den meslektaşım Nuri ile Danimarka’nın son derece ilginç bir sunumuna katılmıştık. Orada “Tamam, 2030 yılına kadar sera gazı emisyonumuzu %70 azaltıyoruz” demişlerdi. 2030 çok erken bir tarih, %70 ise oldukça büyük bir yüzde. Devasa rüzgar türbinlerinin çalıştığı dev yapay adalar inşa ediyorlar. Yani bunlar geleceğe yönelik. Yine de Danimarka’daki sunumda beni etkileyen şey, geçmişteki bir tarihi gösterip “sera gazında ulaştığımız en üst sınır burasıydı ve bu noktadan düşüşe geçiyoruz” diyebilmeleriydi. Ama dünyadaki diğer ülkelerin neredeyse tümünde durum bunun tersi… Bu değerler hâlâ artıyor. “Artık düşüşe geçiyoruz” diyebileceğimiz tepe noktasına henüz ulaşmadık. Bu hiç iyi değil.

Bilim ve yayınlanan raporlar ise bize her şeyin giderek daha kötü göründüğünü söylüyor. Artık biliyoruz ki, 1,5 derece hedefine sadık kalmak için 2030 yılına kadar dünya genelinde sera gazı emisyonlarını yarı yarıya azaltmamız gerekiyor. Peki bu ne kadar muhtemel? Bilemiyorum. Gerçekleşmesini çok isterim; ama The Guardian gazetesine bir bakıyorum, fosil yakıt endüstrisi tarafından, 195 adet “karbon bombası” yapılması planlanıyormuş. Yani karbona dayalı enerji üretim tesisi… Bırakın 2050’yi bunlar bizi yarın veya bir sonraki gün 1,5 derecenin üzerine çıkarabilir…

Bilim de artık bunun yeterli olmadığını söylüyor… Bu tartışmayı Glasgow İklim Zirvesi’nde de yaptık. En kolay yapabileceğimiz şey karbon azaltmak. Herkes bunda hemfikir. Karbon azaltımı oldukça kolay ulaşılabilir bir hedef. O zaman “haydi, karbonu kademeli olarak sıfırlayalım” dendi. Ondan sonra “kademeli olarak azaltmaya” döndü, bazı ülkeler bundan muaf oldu vesaire. Ancak bilim insanları bunun yeterli olmadığını, bunu hemen şimdi başarmamız gerektiğini söylüyor. Biraz başarılı olma şansımız olacaksa, kömür endüstrisinin yarısını hemen bugün kapatmamız gerekiyor…

Ayrıca ülkeler, verdikleri sözlere dair güvenilirliklerini kaybetti. Açık sözlü olmakla övünen, idari endekslerde üst sıralarda yer alan bazı büyük ülkeler için Genel Sekreterimiz başlangıçta “derin bir inandırıcılık boşluğu var” diyordu. Ancak yakın zamanda açık açık, “Yalancısınız! Yalan söylüyorsunuz!” dedi. Yani durumun kötü olduğunu, Genel Sekreterimizin bile Greta gibi konuşmaya başlamasından anlayabilirsiniz. Yani, durum son derece endişe verici. Kabuslar görmekte haklı olduğumuzu düşünüyorum. Bence öfkeli olma hakkımız var, özellikle de genç nesiller öfkelenmekte çok haklı.

İşte Stockholm+50’ye böyle geldik. Dediğim gibi benim yaşım Stockholm+50’den büyük. Ama geçmişe bakarsanız dersiniz ki, tamam, 1972 uzun zaman önceydi, çevre hareketinin daha başlarıydı ve o zaman hâlâ “İnsani Çevre” deniyordu. Ben bunu çok ilginç buluyorum. Dil son derece etkili bir şey. Çevre hepimizin. Bir kısmı bozulmuşsa tamir etmemiz gerekir, ama bizim kullanımımıza sunulmuş bir şey. Zaman içinde, insani çevreden “doğal çevreye”, yani bizden çok daha büyük olan ve kontrol etmeye çalışmamamız gereken, gerçekten saygı duymamız gereken bir şey olduğuna evrildik. Genel Sekreterimizin de dediği gibi, “gezegenimizle barış içinde yaşamalıyız”. Gerçi şimdi “gezegenimize karşı bu intihar saldırılarına son verin!” diyor…

Benim aslında demek istediğim şu ki, buna zamanımız vardı. 1972 uzun zaman önceydi. Ama sonrasında mesela, 1988’de bir NASA yetkilisi, ABD Kongresi’ne “Sera gazı sorunumuz var, şu anda hava aşırı sıcak, buna son vermeliyiz” şeklinde ifade veriyor. Ama bu da çok uzun zaman önce oluyor. Hava bir daha asla 1988 yaz aylarındaki kadar serin olmayacak, ama 1988 de uzun zaman önceydi. 1992’deyse İklim Değişikliği Sözleşmesi yapıldı…

1992, bundan otuz yıl önce. Yine çok uzun zaman. 2000’lere gelelim, sanırım tarih 2004’tü. “The Day After Tomorrow (Yarından Sonra)” filmini hatırlıyor musunuz? İklim felaketiyle ilgili yapılmış gişe rekorları kıran ilk filmdi sanırım. İzlerken ne kadar saçma olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum, asla böyle bir şey gerçekleşmeyecek demiştim… Yani belki filmdeki ölçüde değil ama yaşanan felaketler anlamında oldukça da yakın bir resme doğru ilerliyoruz şu anda…Ama bu da yine uzun zaman öncesi. Daha sonra 2015’te Paris Anlaşması imzalandı. Yani o kadar çok vaktimiz vardı ki bir şeyler yapmak için ve çok uzun zamandır da bunu biliyoruz, bunu bize bilim söylüyor…

O zaman, yaşlı ve yorgun biri olarak benim sorum şu: Bunu, bilmek ama harekete geçmemek alışkanlığını nasıl değiştireceğiz? Biz Birleşmiş Milletlerde artık metafor bulmakta zorlanıyoruz. “Kırmızı alarm”; “saat gece yarısını vurmuş”, “tehlike çanları çalıyor”… Metin yazarlarımız her şeyi denedi, ama bu söz sanatlarına, bu ısrarlara, bilime veya felaketlere kulak vermeyen insanları nasıl harekete geçirirsiniz ki?

İşte öyle, tabi ki bunun cevabı bende değil. Keşke olsaydı… Bence birbirimizi suçlama konusunda da aslında bayağı bir vakit kaybettik… Yani “birey olarak sen işte, geri dönüşüm yapmalısın, kompost yapmalısın… vejetaryen olmalısın hatta benim gibi vegan olmalısın” gibi şeylerle oldukça zaman harcandığını hepimiz gördük. Vegan olmayacaksan vejetaryen ol. Tamam, kabul bireysel değişiklikler bir şekilde birbirine eklene eklene başka bir şeye varacak gibi… Ama yine de bu gibi durumlar bir miktar “pazarlama taktiği” hissi de vermeye başladı sanki… Büyük şirketlerin kendinizi suçlu hissettirmek için “sahte müşteriyle piyasayı kızıştırması” gibi…

Burada suçlu kim?

Bence hükümetlere odaklanmalı ve anlamlı eylemleri istemek veya beklemek yerine, talep etmeliyiz. Aynı zamanda şirketlere de odaklanmalıyız; Şirketlerin de çözümün parçası olduğu apaçık. Türkiye’de birçok şirketin Avrupa pazarlarını elinde tutmak için karbondan arınmaya çalıştığını görüyoruz, ama orada kötü aktörler de var. Fosil yakıt endüstrisinin olumlu bir endüstri olmadığını görüyoruz; sigara endüstrisine benziyor. Eski bir Amerikan filminde söylendiği gibi, “suçluyu bulmak için parayı takip edin”.

Bazıları gönüllülük esaslı, bazılarıysa uluslararası kanunlarla bağlayıcılığı olan bu çerçeveleri kolektif olarak kullanmamız gerekiyor. Yasal araçları kullanmamız gerekiyor. Bir de bunların ötesinde, oy kullanmanın yanı sıra, protesto ederek, tüketmeyerek, boykot ederek eylem talep etmemiz gerek. Hükümetlere fosil yakıt sübvansiyonlarını kaldırmaları konusunda ısrar edebiliriz. Görüyoruz ki, yılda sanıyorum 1,8 trilyon dolar, bir şekilde fosil yakıt endüstrisini sübvanse etmek için harcanıyor -ki bu çılgın bir rakam..

Geçtiğimiz yıl Cop26’dan önce Dinozor Kampanyamızda şöyle deniyordu, “Kendi neslinizi tüketmek için neden bu kadar çok para döküyorsunuz? Bunu durdurmalısınız’. Yani yapılabilecek bazı şeyler var, ancak dediğim gibi, günün sonunda gazetelerde yeni bir rekor hakkındaki yazıyı okuduğunuzda veya yeni bir türün yok olduğunu gördüğünüzde… Herkesin çok sevdiği güzel Trilyum bitkisinin şu an bir şekilde neslinin tükenmekte olduğunu öğrendim. İnsan, ‘Trilyumun nesli nasıl tükenme tehlikesinde olur?’ diyor. Çocukluğumda değer verdiğim doğal yaşamın artık orada olmadığını gördükçe içimde “iklim yasının” büyüdüğünü hissediyorum. O nedenle bence yapmamız gereken, bu yası felç edici bir güçten ziyade harekete geçirici ve seferber edici bir güç olarak kullanmaya çalışmak. Değişimde ısrarcı olmak.

Yoksa zaten 50 yıl kaybetmişiz… Söyleyecek daha ne var? Önümüzde bir 50 yıl, hatta 10 yıl daha bile yok. Belki 15 dakikamız var. Zamanımız yok. Dünya çoktan tanınmayacak kadar değişti. O yüzden, özellikle nesiller arası bir üçkağıdın kaybeden tarafında olan gençlerle birlikte, kolektif olarak harekete geçmeliyiz. Benim jenerasyonum ne yazık ki birçok gezegene yetecek kadar kaynağın kökünü kuruttu.

Dolayısıyla umuyorum ki kolektif aktivizm, oy kullanmak, şirketlerden talepte bulunmak, devletleri kendi sonumuzu hazırlamak için tonla para saçmaktan vazgeçmeye ikna etmek birtakım anlamlı değişimlere yol açacak.
Ve son olarak, bu son derece iyi niyetli çerçeveleri, pratiğe de dökerek başarılı sonuçlar elde edebileceğimizi düşünüyorum.

Çok teşekkür ediyorum…

Mert Fırat- Louisa Vinton’a anlamlı konuşmasından dolayı çok teşekkür ediyoruz bu arada, bu etkinlik karbon free bir etkinlik. Daha doğrusu karbon free’leştirilmiş bir etkinlik diyebiliriz arkadaşlarımızda çok yakın zamanda konuşmuştuk. Sağ olsunlar dün itibariyle önlemleri aldık ve aslında İklimce Sohbetlerinin ürettiği karbonu sıfırlıyor. Böyle bir şeyimiz de var, o detayı da söylemiş olalım, tutarlıyız efendim.

Sayın Onat Sarıtaş, tekrar hoş geldiniz. Stockholm +50 gençlerin, kadınların, yerli halklar ve yerel toplumların sürdürülebilirliğe geçiş süreçlerinde karar alma mekanizmalarına katılımını arttırmayı aslında amaçlıyor, buraya vurgu yapıyor. Siz bir iklim elçisi olarak bu geçiş sürecini nasıl hayal ediyorsunuz? Yani nasıl olmalı?

Onat Sarıtaş- Öncelikle tabii ki teşekkür ediyorum organizasyon için. Önemli bir platformda birkaç söz etme fırsatını yakalamış oldum böylece. Aslında benim bugün buraya gelmeden önce kafamda bir şeyler söylemeliyim. Çünkü benden daha önceki nesillerin yarattığı bir problemle karşı karşıyayız ve büyük ihtimalle öyle bir platform da bulacağız ve bunları onlara direkt olarak söylemeliyim diye düşünmüştüm. Ama kendileri zaten birçok noktaya değindiler.
Ben aslında bir cevabımız olduğunu düşünüyorum bu konuda; sorunuza da geleceğim oradan. Aslında Stockholm toplantısının da ardından gerçekleşen 50 yıllık süreçte bir şeyi yapamamış olmamızın temel nedenlerden bir birisi aslında yanlış insanların doğru pozisyonlarda veya kritik pozisyonları şu anda işgal ediyor ya da zamanında işgal ediyor olmasıydı. Bizim şu anda gördüğümüz nokta bu. Çünkü çok büyük uluslararası bir krizle karşı karşıyayız ve paydaş katılımını önemsiyor bu kriz ve bu paydaş katılımının direkt olarak uluslararası ilişkilerin, uluslararası ilişkilerdeki bütün aktörlerin bir araya gelmemesiyle çözülemeyeceği artık aşikar olmuş durumda. Yani artık bunu bir şekilde öğrenmiş olmamız gerekiyor 50 yıl sonunda. Bu da bizi dönüp dolaştırıp tabii ki bir sürdürebilirlik geçiş kısmına getiriyor. Neden bir anda biz bu sürdürülebilirlik lafını duyar olduk? Ya da tabii ki çok uzun süredir duyuyorduk ama neden bir anda böyle bir revaçta olmaya başladı? Çünkü anladık ki esas Stockholm’den sonra da, yani ondan sonra gelen bütün anlaşmalarla, bütün toplantılarla bu 50 yıllık süreçte biz aslında çok fena bir şekilde hiçbir şey yapmadığımızı anlamış olduk. Yani var olan süre işlerimizin, var olan karar alma süreçlerimizin aslında bizi yanlış yönlere yönlendirdiğini, aslında yanlış noktalar ortaya çıkarabileceğini göstermiş oldu. Çünkü sürdürülebilir değil.
Neden sürülebilir değil, nasıl sürülebilir değil? Çünkü hep erkek, hep bir anlamda beyaz, hep yaşlı ve hep kuzey bir karar alma sürecinin aslında dünyanın temelini, tabanlı bir şekilde ölçemeyeceğini ve bu problemleri çözemeyeceğini göstermiş oluyor. Şimdi gençler olarak diyorsunuz, genç aktivistler neler düşünüyor diyorsunuz ama bu krizin ortasına doğmuş bir kitleye cevap verme şansı doğuruyorsunuz. Bunu söylemiş olmakla beraber dediğim gibi bu sürdürülebilirlik noktasına getiriyor bizi burası. Bu bütün karar alma süreçlerindeki hatalar silsilesi aslında dediğim gibi hiç bir şekilde paydaşsız bir ortam yaratıyor. Hem kadınları, hem kırılgan grupları, hem erkekleri belli belirli bölgelerden, çocukları hem de tabii ki gençleri çok fena bir şekilde -tırnak içinde- rahatsız ediyor bu durumda.

Buna neden değinmemiz gerekiyor? Çünkü farklı kimlikler taşıyoruz bizler. Hem ülkelerimizin kimliklerini, hem cinsiyetlerimizi, hem fikirlerimizi taşıyoruz ve bu fikirlerden ve bütün bu kimliklerden dolayı iklim değişikliği aslında bir anlamda bizi etkiliyor. Çünkü farklı etkileniyoruz bu konuda. Karar alma süreçlerine dediğim gibi döndürdüğümüz zaman bunları eğer ki belirli bölgelerdeki insanları veya belirli cinsiyetleri biz masaya oturtmazsak ve eğer krizden, iklim değişikliğinden en fazla zarar görecek insanları, yani gençleri; çünkü ilerleyen zamanlarda, çok da ileri değil aslında, zaten halihazırda bir çok problemini yaşıyoruz şuanda. Fakat ilerleyen zamanlarda daha kritik noktalarıyla yüzleşmek zorunda kalacağımız bir krizin ilk etapta ki yüzleşecek kişiler olarak bizleri masaya oturtmazsanız eğer, bizim kaygılarımızı görme imkanınız her zaman çok doğru olmayabilir. Çünkü bilinmesi gereken bir nokta var. Şu bizim genç aktivistler olarak veya bir şekilde genç insanlar olarak iklim krizinden çok etkilendiğimiz gerçeği üzerine inşa ettiğimiz bir kaygı var; ki bizim kimseden bir çıkar kaygımız yok şu anda ve kimseye bir anlamda bir politik bağlılığımız da yok bir anlamda. Ve biz bunu aslında hayatımızdan korktuğumuz için, geleceğimizden korktuğumuz için savunuyoruz. Uluslararası alanlarda alınan bu tür kararlarda masaya oturduğumuz zaman orada yapılacak herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal verilmemesine veya herhangi bir çıkar grubunun bir politikayı bir ileri boyuta arttırmasına izin vermemesine yol açabiliriz. Çünkü bizde şu anda ya takdir edersiniz ki artık çok daha iletişimin geliştiği bir toplumda ve dünyada yaşıyoruz ve eğer bunu kullanabilirsek büyük oranda bu kriz aşılabilir gibi görülüyor.

Dediğim gibi bizi o masaya oturmazsak; bizden kastım gençler kısmı var, kadınlar kısmı var. Çünkü herkes farklı etkileniyor. Bir de bu işin yerel topluluklar ve yerli halklar kısmı var. Bu çok fazla belki kamuoyunda bilinmiyor olabilir. Fakat bazı ülkelerde, özellikle Amazon ormanlarının bulunduğu bölgede, Güney Amerika’daki ülkelerde çok ciddi anlamda yerli bir nüfus var, yerli bir halk var ve onların bulunduğu topraklar aslında bizim karbon yutağı dediğimiz bölgeleri de oluşturuyorlar ve siz eğer o insanları karar alma pozisyonlarına, karar alma noktalarına getirirseniz ve onların danışmanlığını alırsanız bir anlamda -bu sürdürülebilir karar alma sürecinden bahsediyorum bu anlamda- aldığınız zaman aslında o insanların tarih boyunca gelmiş olan tecrübelerinden yararlanmış oluyorsunuz. Bu bir.
İkincisi, o insanların fikirlerini almış oluyorsunuz ve onların haklarına riayet etmiş oluyorsunuz. Ve bu tabii ki bir anlamda o ormanların, o bölgelerin, o yutak alanların, o toprakların korunduğu anlamına geliyor ya da korunacağı anlamına geliyor. Ve tabii ki bunlar gerçekleştiği zaman da haliyle siz aslında ekstra bir şey yapmadığınız zaman bile bir anlamda karbonu yutacak bir bölgeyi kendi -tırnak içerisinde- arka bahçenizde tutmuş oluyorsunuz. Yani bu aslında ülkelerin belki de Paris Anlaşması’ndan sonra gelen ulusal katkı hedeflerinde bir katkı, bir pay olarak da yansıtabilir bu anlamda. Çünkü ilk ülkeler bunları çok da incelemiyor belki de ya da çok da üzerine varmaya çalışmıyor farklı noktaları eğildiklerinden dolayı. Bizim eleştirdiğimiz nokta buydu.

Şimdi dediğim gibi bütün bu sürecin üzerine bina etmek gerekirse, 50 yıllık süreç içerisine neden bir şey yapılmadı? Sizler de çok doğru şekilde aktardığınız ve bizim bir anlamda da kızgın olduğumuz nokta, her ne ara bir toplantı gerçekleşirse, uluslararası olsun, ulusal toplantı olsun fark etmez tabii ki bir genç güruh, genç bir nüfus çağrılıyor oraya ve onların da fikirleri yansıtılmak isteniyor. Fakat biz bir yerden sonra fark ettik ki, bu tür toplantılar sadece bizi oraya çağırıp, otel masraflarımızı karşılayıp, yemek masraflarımızı karşılayıp, bir yerleri gezdirip: “Çok özür dileriz, bu kriz bizim suçumuzdu. Siz zarar göreceksiniz, çok çok özür dileriz. Evet, hoşça kalın” diyorlar. Yani genel olarak bunu yansıttık biz. Bunu çoğu toplantıda da çoğu panelde de gördük. Karar alma noktalarında gelen eğer bürokratlar ve diplomatlarla da toplantılarda gördük ve uluslararası çevre aktivistlerinin, iklim aktivistlerinin kendi yazılarında, retweet’lerinde de gördük; onlar da aktardılar kendi tecrübelerini. Şimdi biz bunu istemiyoruz. Bunu gördüğümüz zaman, işte burada belki Greta’nın da bahsettiği o “bla bla effect” ortaya çıkıyor. Çünkü yapıyoruz diyorsunuz ama getirdiğimiz zaman, geldiğimiz zaman bir noktaya, o toplantılara, asıl alınması gereken… Yani düşünebiliyor musunuz? Dünyadaki neredeyse bütün ülkeler bir araya geliyor ve ortak bir kriz, ortak bir sorun hepimiz bundan etkileneceğiz. Yani hiçbir şekilde bir insanın bundan geriye kalma, bir toplumun geriye kalma noktası yok. Sizin arka bahçenizi kirlettiğini zaman, arka bahçenizde saldığınız bir karbon mutlak suretle karşı kıtada veya dünyanın başka bir kıtasında bir bölgeyi, bir ülkeyi, bir halkı, bir topluma etkiliyor ve siz dünyanın bütün ülkelerini bir çatı altında topluyorsunuz ve diyorsunuz ki: Kriz bu. Çözüm önerileri, bilim insanlarına, IPCC raporlarına göre, önerilere göre bunlar. Hadi hepiniz de ülkelerinizde sonuçta demokratik olarak seçilmiş veya direkt olarak bir anlamda egemen kimselerseniz ve geliyorsunuz burada toplanıyorsunuz ve bu kararı almanız gerekiyor. Fakat sonra ne oluyor? Belirli kararlar alınıyor, belirli anlaşmalar imzalanıyor -kendilerinin de aktardıkları gibi- ama bazı ülkeler veya birçok ülke buna uymuyor ya da uymamayı seçiyor.

Bunu neden yapıyorlar? Anlaşılmaz değil, tabii ki anlaşılır. En ufak bir şekilde politik veya sosyoekonomik bir okuma yapmış her insanın aslında çıkarabileceği bir noktaya getiriyor bizi bu. Bizim çıkar gruplarının nerede durduğuna çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bizim genç iklim aktivistlerinin veya genç çevre aktivistlerinin özel olarak altını çizmek istediği nokta bu. Çıkar gruplarının nerede durduğu çok önemli ve bu çıkar grupları kimler ve bu çıkar grupları nerelerde, hangi politikaları etkiliyorlar? Bu yüzden gençlerin o masalarda, kadınların o masalarda; kırılgan grupların, yerel halkların bu krizden en fazla etkilenecek grupların orada bulunması gerektiği söylüyoruz. Çünkü az önce çok güzel bir şekilde açıklandı burada. Yani başkentlerin, ülkelerin başkentlerinin dışındaki insanların fikirlerinin aslında daha çok önemi var. Çünkü başkent dediğiniz şey aslında direkt ülkenin veya Türkiye özelinde söylersek ülkenin ortasında konumlanmış ve ülkenin idari yapısını oluşturan ve idaresini sağlayan bir şehir. Bu ülke sadece başkent değil, ülke başkentin dışında bir sürü şehirde, bir sürü toplumda var olan bir belki de etnik yapı diyebilirsiniz, belki yapı diyebilirsiniz, belki de tarihi bir bileşiklik, ulusal birliktelik diyebilirsiniz; ne derseniz deyin. Ama dediğim gibi bu işi, bu toplantıları başkentlerin dışına çıkamazsınız, oralardan getirip insanları köşelerden, kıyılardan getirmezseniz, onların neden etkilendiğini, onların neyi etkilediğini ve ne yapmamız gerektiğini onlara soramazsınız bu krizden çıkılmaz. Çünkü siz onları getirmediğiniz zaman oraya çıkar grupları dolduruyor. Çünkü siz onları getirmediğiniz zaman, o zaman onlara karşı aykırı bir yasa ortaya çıkmış oluyor. Çünkü siz onları oraya getirmediğiniz zaman sizin ülkenizde veya herhangi dünyanın belirli bölgede toplumsal krizler çıkmış oluyor. Toplumsal krizleri nasıl çözmeye çalışıyorsunuz? Yine büyük kurallarla, yeni daha güçlü yasalarla, daha güçlü kararnamelerle veya farklı yaklaşımlarla… Buna gerek yok, buna gerek yok. Bugün görüyoruz ki bir sürü Dışişleri Bakanlığının raporlarında, bir sürü bilimsel raporda, belirli ülkelerdeki iç savaşlardan tutun da belli ülkelerdeki iç karışıklıklara kadar çoğu aslında iklim kaynaklı. Çünkü belirli bölgelerden göç etmek zorunda kalıyorlar ve göçe zorluyor bu insanları ve bu bir anlamda toplumsal bir huzursuzluk meydana getiriyor. Bu huzursuzluk meydana geldiği zaman da sonradan farklı politikalarla farklı anlaşmalar ve uluslararası anlaşmalara gitmeye, koalisyonlara gitmeye gerek kalıyor. Yani aslında çözüm çok daha başta. Yani görülmesi gereken kısım burada. Bizim gördüğümüz pencere, yani bu zamanda yetiştiğimizden dolayı yani çok farklı, bir ayrı, çok özel bir nesil değiliz. Öyle bir şey yok. Bu çok söyleniyor. Bu bana aslında yanlış geliyor bir anlamda. Yani tabii katılmayacak bir sürü kişi olabilir, fakat çok özel bir nesil olduğumuzu düşünmüyorum. Bizim özel olduğumuz kısım sadece bir yerde varsa direkt olarak iklim krizinin içine doğmuş olmamız ve bu neslin ilerleyen zamanlarda iklim krizinden en çok etkilenecek insanları barındırmasından kaynaklanıyor. Onun dışın herhangi bir özelliğimiz yok. İletişim kaynaklarını kullanıyor olmamız, iletişimin kullanıyor olmamız, şu anda doğmuş olmamızdan kaynaklı. Fakat bizim aktarmaya çalıştığımız şey, bizle beraber biz zamanımızda kısıtlı kalmamaya özen gösterirken bizi yöneten veya yönetmek için seçilen insanların veya o karar alma pozisyonlarını dolduran insanların da kendi zamanlarında kısıtlı kalmamaları gerektiğidir.
Yani yanlış anlaşılmaya mahal vermez umarım ama 80’lerde, 70’lerde doğmuş insanların yönettiği bir ülkede yaşıyorsanız, onların algıladığı zaman aralığıyla bizim şu anda algıladığımız zaman aynı değil. Bunu kaç kere söyleyeceğiz bilmiyorum. Ciddi bir şekilde bunun anlaşılması gerekiyor. Yani bir karar alındığı zaman hem parlamentolarda hem bakanlar kurullarında hem direkt yukarı kademede artık hangi yönetim yapısında yaşıyorsanız o kademelerde bize ihtiyacınız var. Niye biliyor musunuz? Çünkü bizi uzun süredir, yani bizden kastım dediğim gibi farklı, özel bir kesim olarak kastetmiyorum. Bu yanlış anlaşılmasın, bu çok önemli, bunun altını çizilmesi gerekiyor. Fakat uzun süre boyunca iklim aktivistlerini veya çevre aktivistlerini marjinal gruplar olarak göstermeye çalıştılar. Ben de bu yani bu ithamlarla karşılaştığım zaman her zaman şunu söylerim: Takım elbisemi yani şu an hemen getirebilirim. Yani illaki bakanlar kuruluna girmemiz gerekiyorsa, bir toplantıya girmemiz gerekiyorsa takım elbiselerimiz var yani arka tarafta. İsterseniz getirip, giyip, hemen toplantıya katılabiliriz. Eğer cidden mesele takım elbiseyse, eğer cidden mesele giyim kuşamsa, düşünceyse. Farklı bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğunu, 50 yılda bizim iklim krizini çözememiş olmamız veya çözmeye tabii ki dediğim gibi yaklaştığımız noktalar oldu anlaşmalarla. Ama yeterli olmadığı için biz buradayız ve 50’nci yılında bir program daha yapıyoruz. Eğer bunu gerçekten çözmek istiyorsak farklı yaklaşımlara ihtiyacımız var. Bence bu karar alma süreçlerinin sürdürülebilir yapıya bildirilmesinin ana noktası farklı yaklaşımlar.

Mert Fırat- Çok teşekkür ederiz. Onat, bir yandan da şeyi düşünelim. Takım elbisenin, karbon ayak iziyle, kotunki aynı mı? Kotunki daha çok su yiyor olabilir.

Şimdi ikinci tura geçtik efendim. İkinci turda yeni şans, yeni tur, yeni sorularla karşınızdayız. Seyircilerden alalım mı yoksa direkt ben gideyim mi? Ne dersiniz? Nasıl ilerleyeyim? Aklınızda madem katılımcılık hocam değil mi? Katılımcılık bir taraftan da… Louise’e aslında şeyi çok sormak istiyorum. Oradan bir soru gelirse, yine döner alırız o soruyu ama… Şimdi çok güzel işaret ettin, dedin ki: Aynı balığı, aynı nehirden artık yiyemiyorum. Eskisi kadar balık yok. Yani iklim aslında şimdi Türkiye’de çok yakın zamanda bir araştırma yapıldı ve insanlara sordular. Hatta biz bir İklimce Sohbette, dijital bir İklimce Sohbette de konu ettik bunu: “Şu anda önümüzdeki en büyük tehlike neydi?” diye sordular insanlara. Nedir diye sordular. Bir tanesi küresel ısınma ve iklim problemiydi. Bir diğeri Covid’ti, tam o Covid sürecinde. İnsanlara başka sorular da vardı, açlık gibi; işte gıda açlığı, gıda yoksunluğu gibi. Yüzde 70 oranında, yüzde 75 oranında Türkiye’de iklim ve küresel ısınma çıktı önümüzdeki en büyük problem. Normal bir … Türkiye’deki insanlara dönüp, uzmanlara sorsanız derlerdi ki: Ya bizim halkımız o bilinçte değil, iklimi, küresel ısınmayı nereden bilsin? Ama kafalarına dolular yağdı, tarlaları taştı ve istedikleri kadar ürüne ulaşamadılar. Çok ciddi ürün kayıpları yaşadılar. Senin konuşmanda işaret ettiğin gibi, ettiğiniz gibi aslında böyle orman yangınları oldu ve önümüzdeki 50 yılın balığından olduk, 20 yılın balığından olduk aslında. İnsanların evleri değişti, göç etmek durumunda kaldılar. Bu sadece Türkiye özelinde konuşuyoruz. Böyle 2000 yılından, 2020 yılına kadar afetlerin sayısı yüzde 800 arttı. Yani dolayısıyla aslında o çok güzel ve bence duygusal da bir işaretti; aynı derede aynı balığı bulamamak. Dolayısıyla çevremiz değişti, iklim değişti, her şey değişti ve değişmeye de devam ediyor ve maalesef insandan kaynaklı bu iklim krizinin içinde biz şimdi insandan kaynaklı böyle yeni insan yoluyla aldığımız sorumlukları yerine getirsek bile bazen çok geç kalabiliyoruz, çok geç kalacağımızı da görüyoruz.

Şimdi Stockholm +50 yılında getirdi bir birikim ve bir kültür var. Bir de hani İsveç’te biliyoruz ki -yani başkentlere demin Onat işaret etmişken yine de söylemek istiyorum- Stockholm +50 diye birçok da ülkeyi bir araya getiriyor. 59, 58 ülkeden fazlasını bir araya getiriyor ve dünyaya çok ciddi bir etki yaratıyor aslında bu tarafta. Hani siz burada İsveç’in, bütün İskandinavya’nın, onun etrafındaki ekosistemin bu alınan kararlarla değişeceğine, dönüşeceğine inanıyor musunuz? Şu anda, bu hani pratik ve erken zamanda ve bir yandan da eğer inanmıyorsanız, hani o Greta’nın söylediği bla bla gibi. Peki, hızlandırmak için neler yapabiliriz diye sormak istiyorum hem size hem aslında İsveç’e.

Louise Morsing- Evet, bu gerçekten milyon dolarlık bir soru…

İzin verirseniz Onat’ın bu kapsayıcı yaklaşımla ilgili söylediklerini tazelemek isterim. Bence en önemli kısımlardan biri bu.

Bildiğiniz gibi İsveç’in, sanırım 2018 yılına ait iklim politika çerçevesi, 2045 yılına kadar sıfır net emisyonları ve sera gazlarıyla ilgili hedefleri içeriyor. Ayrıca dünyanın ilk fosil yakıtsız refah devleti olma hedefi de var. Ama burada vurgulamak istediğim bu değil. Vurgulamak istediğim, bu çerçeveyi yakından incelemek için bağımsız bir konsey kurulmuş olması. Bu konsey konuya oldukça eleştirel yaklaşıyor. Aynısı çevreyle ilgili sivil toplum hareketi için de geçerli. Tüm İskandinav ülkelerinde ve kesinlikle İsveç’te.

Kamu bilincini etkileyen ve insanların bireysel davranışlarını değiştirmesine neden olan şeyler insanları daha bilinçli hale getiriyor. Geri dönüşüm olsun, gıda atıklarının azaltılması olsun, seyahat biçimlerinin uyarlanması olsun… Ayrıca insanların taleplerini artırabileceklerinin farkında olmalarını sağlamak da buna dahil…

Buna ek olarak, bağımsız medya organlarında karar verme sürecinin kalitesiyle ilgili ilginç araştırmacı makaleler yazıldı. Yani medyanın bu özgürlüğü, sivil toplumun yarattığı bu baskı ve özgür bir sivil toplumda yer alan çevre aktivistleri bizi denetime açık hale getiriyor. Bu kuvvetler ayrılığı, demokratik toplumların oluşturulmasında genel olarak hayati önem taşıyor. Bence burada demokrasiyle açık bir bağlantı var. Eğer bu hedeflere ulaşabileceksek, siyasetçiler tarafından geleceğimiz için en iyi kararların alınmasını sağlamamız gerekir.

Mert Fırat- Çok teşekkürler. Louisa size soru sormak istiyorum. Biz aslında pandemiden hemen önce UNDP 70’ten fazla ülkede hızlandırma ofisleri kurdu ve aslında öncelikli stratejimiz iklim ve küresel ısınmaydı ve tüm eşitsizliklerin yine giderilmesiyle ilgili önceliklerimiz, başlıklarımız buydu. Covid’in olacağından haberimiz yoktu. Sağlık koşulların iyileştirilmesi, Afrika’da ve dezavantajlı toplumlar vardı. Hatta şey diyorduk: Uzakdoğu’yla, yani Çin ile Afrika’nın aynı eşitsizlik içinde olduğunu bilmek önemli. Bunu söylüyorduk ve Çin’den kaynaklı bir kimi zaman oraya, kimi zaman Avrupa’ya, kimi zaman çeşitli coğrafyalara attıkları bir krizin ortasına gömüldük ve dedik ki: Kimden ya da nereden geldiğini hiçbir önemi yok. Çünkü dünyanın en iyi şartlarını yaşayan insanla, dünyanın en kötü şartlarında yaşayan insan aslında eşit ve onun derdi diğerinin derdi. Ondan gelecek herhangi bir eşitsizlik, bir başkasını etkileyecek. Onat’ın da defalarca, bu neslin de defalarca belirttiği, hatta hepimizin bu hızlandırılmış iki yıldaki kursta yaşadığı gibi. Maalesef çok ağır bedeller ödedik ama bu demo, bu iki yıllık demo içinde de şunu gördük: Bir anda karbon ayak izi azaldı, bir anda üretimden kaynaklı aslında karbon salınımları azaldı. Bir anda gıda krizi ve su kriziyle karşı karşıya çok hızla kalabileceğimizi gördük. Dolayısıyla aslında dünyanın ayarları ve bir sürü şey değişti ama ben bizim bu hızlandırma ofislerimiz çok önemsiyorum. Bizim derken gerçekten hepimizin olduğu için, sadece Birleşmiş Milletler ofisinde olduğu için değil.

Dolayısıyla şunu çok merak ediyorum: Yani bu iş dünyasında aslında ülkeler bazında alınan kararların uygulanması, yani çok yakın zamandaki zirveler, takip ettiğimiz Davos’ta da hatta çok benzer konuşmalar yapıldı. Ondan önce COP Zirvesi’nde yine birçok insan hayal kırıklığı uğrasa da bizim takip ettiğimiz bir stratejimiz oluyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Birleşmiş Milletlerin bütün aslında varlığıyla takip ettiği bir program da oluyor. Birçok kurumun, devletlerin takip ettiği programlar oluyor ve bunda en büyük etkiyi corporate’ların, bu kurumsal şirketlerin etkilerini görüyoruz. Üretim pateninde değişiklikler yapıyorlar. Burada Ar-Ge merkezlerinin yaptığı çalışmaları görüyoruz. Ama şunu da görüyor muyuz? Yani nasıl bir ölçüm var ya da siz nasıl gözlemliyorsunuz? Net bir rakamdan bahsetmiyorum. Bir insan tekinin değiştirdiği şey, o koskocaman corporate şirketlerin değiştirdiği şeyden çok daha büyük bir efekt de yaratabiliyor. Yani bizim de hep hedeflediğimiz o bir kişiyi aslında iklim konusunda bilgilendirmek ya da global goals konusunda, global hedeflerimiz konusunda bilgilendirmek ve o koskoca şirketlerden, koskoca karar mekanizmalarından çok daha etkili bir Greta, bir Onat, bir başkasını aslında var etmek. Bununla ilgili aslında çok kısaca iş dünyasının, devletlerin ve genç neslin nasıl bir etkisi ve nasıl payları olacağını düşünüyorsunuz? Herkesin kafasındaki toplayıp bir soru yaptım.

Louisa Vinton- Doktora derecenizi almadan önce girmeniz gereken kabus benzeri tarih sınavı gibi oldu bu soru. “Bireylerle, kolektif ve şirketlerin rolünü karşılaştırarak açıklayın”…

İlk olarak, Louise’in bu konudaki vurgusunu yinelemek isterim, çünkü Birleşmiş Milletlet’in savunduğu şeye büyük katkı sağlıyor. Neden BM için çalışmayı seviyorum? Bence hepsi İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 1’e dayanıyor, “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar”. İşte, yaşamda her şey için geçerli ilke olarak ihtiyaç duyduğumuz tek şey bu bence. Buradan yola çıkarak, varmak istediğiniz ana fikirlerin çoğuna ulaşabilirsiniz. Temel eşitliği düşünüyorum, oradan Stockholm+50’de herkesin sağlıklı ve yeşil çevre hakkı olduğu fikrine geliyoruz. Bunu kazanmak veya buna layık olmak zorunda değilsiniz. Tüm bireylerin, diğer şeylerin yanında, sağlıklı bir gezegende yaşamaya hakkı var. O nedenle bireylerin önemli birer başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum. UNDP’de insan odaklı, insan merkezli yaklaşımdan çokça söz ediyoruz. Dolayısıyla bence inanç noktamız bu olmalı, her ne kadar gerçekte yaşananlar farklı olabilse de…

Ama vurguladığınız noktaya dönersek, UNDP’de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları dediğimiz 17 küresel amacımız var. Bunlar yoksulluk, açlık, eğitim ve sağlık, su üzerinde yaşam, su altında yaşam, iklim, enerji ve daha pek çok şeyi kapsıyor. 16 numaralı amaç ayrıca önemli. Bence UNDP’de çalışmış herkes 16’ncı maddenin en önemli madde olduğunu gizliden gizliye bilir, ki bu da idareyle ilgilidir. Bazen şifreli sözcükler kullanırız, ancak burada açık açık söyleyeyim… Her şeyi başarmanın anahtarı gerçekten de demokrasidir… Ve demokrasi, herkesin söyleyeceklerini dinlemek ve özellikle de tarih boyunca veya günümüzde hakları ve sesleri bastırılmış kişilerin seslerini duymakla ilgilidir. Bana göre bunun hepsi, yapmamız gereken şeylerin bir parçasıdır ve iyi kararlara da böyle varılır. Louise mesela İsveç’ten söz etti… Veya benim verdiğim Danimarka örneğinde… Peki tamam, bu azme nasıl ulaşacağız? Bu nasıl mümkün? Çünkü dünyanın birçok yerinde her zaman bir ‘ama’ vardır… Örneğin Amerika; bir Amerikalı olarak, ABD’nin oldukça aptal bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Bir Amerikalı der ki “Benzinin galonuna 5 dolar mı ödeyeceğim, ama bu adil değil, bu doğru değil”. Her zaman bir ama vardır… Bu kısmen kötü yönetim yüzünden böyle.

Bu yüzden Danimarka’ya “bu kararlara nasıl varıldı? diye sorduğumda, “bunu halk istedi” dediler. İnsanlar bunu istiyordu. O yüzden bence önemli olan kısmen insanların gerçekten neler istediğini kabul edebilen ve bunları kararlara dönüştüren bir sisteme sahip olmak. İşte bence olay bu. Danimarka, siz bunu başardınız. Bu durum başka yerlerde, insanların ne istediğini bilen ancak bu istekleri karara dönüştürmeyen idari yapının eksiklikleri için ölçü olabilir. Ama bu noktada şuna dikkat çekmem gerek… Tamam, iyi örneklerin bulunduğu bazı yerlerde işlerin nasıl olduğunu -ve her yerde böyle olması gerektiğini- anlayabiliyoruz. Ancak sonra gerçek dünyaya dönüyoruz, ki bence sizin vurgulamak istediğiniz buydu. Evet, bazen bireyler ayağa kalkarak ve birçok kişinin düşündüğü veya hiç kimsenin daha önce düşünmediği bir şeyi dile getirerek muazzam fark yaratabilir. “Aa, tamam, işte şimdi yapmamız gerekeni daha açık şekilde görüyor ve anlıyorum” dersiniz. Ama bence böyle insanlar oldukça ender görülüyor. Bir de toplumlarımız birbiriyle daha bağlantılı hale geldikçe ve geliştikçe, ve çok uluslu şirketler daha da güçlendikçe, bu son derece bilge ve öngörülü sesleri bastırmak daha da kolaylaşıyor.

Her ne kadar bireylerin hakkına değer versek ve sesleri bastırılmış kişilerin eline megafon vermeye çalışsak da -acı ama ne yalan söyleyeyim- paraya bakmak da son derece önemli. Ve paranın aleyhine kanunlar çıkaralım veya başkalarının ceplerini artık doldurmayalım diyen kişileri dinlemek için toplumun demokratik olması gerektiğini düşünüyorum. Dikkat ederseniz birçok durumda, fosil yakıt sübvansiyonları artık çığırından çıktı; güneş ve rüzgar enerjisinin üretimi fosil yakıt üretiminden daha ucuz, peki o zaman neden bu endüstriyi sübvanse etmeye devam etmelerine izin veriyoruz? Bazen kendimizi bazı durumlardan kurtarmak zordur. Bilimin bilgeliğine ihtiyacımız var, ancak bence bir de kimin bunlardan para kazandığını enine boyuna düşünmeliyiz… Bence siz de buna dikkat çekmeye çalışıyordunuz.
Konu sıradan şirketler değil, konu genellikle hükümetlerin “söylemlerini” kontrol eden şirketler, sektörlerdir. Bunlar siyasi partilerin; bireysel olarak siyasi liderlerin, hatta bazen bir bütün olarak hükümetlerin ne söyleyeceğini belirliyor. Bununla nasıl mücadele edeceğinizi bulmak bazen çok zor olabiliyor çünkü güç ve para hep yakın ilişki içinde; elbette etkileniyorlar, ama istediklerini yine de elde ediyorlar. Yani, iklim değişikliğine karşı mücadele demokrasi için mücadeledir. Bunun tam tersi de geçerli. Bu bir haktır. Bireysel insan hakları, hem Birleşmiş Milletler’in hem de Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin mihenk taşıdır. Bunun için mücadele etmek ise aynı zamanda iklim değişikliğine karşı bir mücadeledir.

Tüm bunlar son derece felsefi sorunuzu yanıtlar mı bilmem. Ama evet, bireylerin, geride bırakılan, ihmal edilen ve söz hakkı elinden alınanların haklarını ne kadar savunabilirsek daha iyi bir çevre açısından mücadelemiz de daha iyi olacaktır. Daha iyi bir çevre için mücadele ederken kazanmanın yolu, seslerini duyuramayanları dinlemekten ve aynı zamanda herkesin sesinin duyulması için sürekli ısrar etmekten geçiyor.

Mert Fırat- Çok teşekkürler. Bu kadar karışık bir soruyu yanıtladığınız için çok teşekkür ederim. Evet, yani hala bir soru yok. O yüzden ben yine karışık bir şekilde. Ha varmış… Direkt Onat’a mı sormak istiyorsunuz? Onat, bak direkt hedef alıyorlar. Tamam soracağım diyorlar.

Okan Pala- Herkese iyi akşamlar. Okan Pala, Özyeğin Üniversitesi Sürdürülebilirlik Platformu. Onat’a çok katılıyorum. Yani biz de senelerdir sohbetler düzenliyoruz, atölyeler düzenliyoruz. Bir etkisi oluyor, olmuyor; ümitsizliğe kapılıyoruz, çıkıyoruz. Bla bla oluyor gibi geliyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bütün gün de bu bahsettiğimiz depresif konuları okuyup hakikaten climate anxiety’i hissediyoruz ve günün sonunda ben kendi adıma söyleyeyim, hep şu soruya geliyorum:

Sorunlar ortada, yani 100 senedir ortada, cevaplar ortada. Onat’ın söylediği gibi bu çıkar grupları, Louisa’nın söylediği gibi iktisadi aktörlerin politik aktörlerle ilişkilerinden bir türlü hayata geçmiyor ve aslında bizim insanlık olarak bulabildiğimiz en iyi sosyoekonomik sistem bu. Governance tarafında demokrasi, herkese söz vermesini ümit ediyoruz. İşte kapitalizm, neoliberalizm dediğimiz üretim, birikim ve bölüşüm sistemi ve bunun arkasındaki sosyoekonomik yapı. Einstein’ın sözü aklıma geliyor: “Sorunları yaratan sistemin aynısı ile onu uygulayarak sorunları çözemezsiniz. Değişim dediniz, biz bu sistemi nereye kadar değiştirmeliyiz? Yani bu paradigmayı artık onarmayı; orasını değiştirelim, şu governance mekanizmaya getirelim, UN’i kuralım… Ya çözmeyecek galiba bu gibi geliyor bana.

Sorumu da en gencimiz ve belki bunları yaşayacak Onat olduğu için ona soruyorum. Ya bu sert değişimden korkuyor musunuz gençler olarak. Bu sert değişimi, paradigma değişimini ekolojik kriz mi tetikleyecek? Ya oraya mı geleceğiz bu senelerdir değişmeyen şey, 3 sene, 5 sene içinde? Gençler olarak nasıl görüyorsunuz? Çok sert bir değişim sizce lazım mı, geliyor mu, sağlayacak mısınız? Uzun oldu. Özür diliyorum, teşekkür ederim.

Onat Sarıtaş- Aslında iş mi kolaylaştırdınız, çok teşekkürler. Şöyle cevap vereyim: Aslında birazcık geriye gitmek gerekiyor. Bundan 10-15 yıl öncesine kadar şirketlerin tabii şu anda çoğu greenwashing yapıyor, yani o ayrı boyut tabii de. Ama en azından hani greenwashing’e bir şey bile yapmıyorlar, yani eğilim bile yoktu o konuda. Fakat bundan 10-15 yıl öncesine kadar şirketleri bir düşünün; bütün büyük şirketleri, bütün uluslararası çok uluslu şirketleri düşünün:

Hepsinin belli bir çevre kuruluşu vardı, çevre bürosu vardı, dairesi vardı ama çok da iş yapmadıklarını görüyorduk. Şu anda geri çekilen araçlardan karbon emisyonu yüksek çıkan araçlardan biliyoruz, bunu gördük yani. Hani çok da şey olmasın, detaylı araştırma yapmamıza gerek yok o konuda; görüyorduk onlar. Şimdi ise yeterli olmamakla beraber; altını çiziyorum, hiçbir şekilde de yeterli olmamakla beraber şirketler ve çok uluslu şirketler çünkü bu işin çok önemli bir paydaşı. Bu krizin çözümlenmesinde ki hem en önemli paydaşlarından birisi hem de bu krize neden olan en önemli paydaşlardan birisi. Bu ikisi bir arada. Dediğiniz gibi aslında krize neden olanla krizi çözebilir miyiz? Bir tek olasılık çıkıyor böyle bir durumda; hani yani o krize neden olan sistemi değiştirmeye çalışacaksınız dediğimiz gibi nasıl değiştireceksiniz? Bu sert değişim nasıl gelecek? Tarihte örnekleri var. Tarihteki örnekleri takip etmek gerekir mi? Hayır. Yani sonuçta tekerrür etmek zorunda değil. Ama şöyle bir durum var: Biz bu 10-15 yıllık süreçte sisteme -yani tabi hani kendimi onlarla tabi ki hiçbir şekilde aynı kefeye koymuyorum ama- genç insanların bir şekilde masaya oturup, kendilerini bir şekilde o masalara oturtup, o sürece o sisteme girip, sistemde yer alıp ve o sistemi içerden değiştirme çalışmasıyla bir araya geldik. Şirketlerde de böyle oldu, belki Birleşmiş Milletlerde de böyle oldu, devletlerin içerisindeki bürokraside de böyle oldu. Yani bunlar olmasaydı bugün belki de iklim diplomasisi diye bir şey konuşuyor olmazdık belki de. Yani bu değişim sert bir şekilde gelmedi. Etkileri çok sert oldu, değişim çok sert gelmedi.

Korkuyor musunuz diye sorsanız, yani hangi boyutunu odaklandığımıza bağlı. Yani eğer bütün sosyal, sosyoekonomik durum, sosyoekonomik sistem bir anda değişecekse, bu sadece benim problemim olmaz, bütün insanlığın problemi olur ve bu belki de iklim krizini çözmeye çalışırken çok daha farklı sorunlar yaratabilir. Ama bu bir geçiş süreci. Zaten bu yüzden anlaşmalar yapıyoruz, bu yüzden tabii işe yaramıyor yani ama yaratmamız gerekiyor. Anlaşmalara gerek duyuyoruz ve bu yüzden bu ülkeleri masaya oturtmamız gerekiyor. Eğer siz bunları masaya oturtursanız, ama doğru insanlar. Az önce dedim ya, doğru pozisyonlar, kritik pozisyonlar, yanlış insanlarla doluyor. Şimdi burası tabii birazcık da diplomatik bir dil kullanılması gerekiyor ama ben çok da diplomatik dile sığmayacağım. Ama hani geçtiğimiz yıllarda belirli ülkelerde belli politikacılar bir şekilde seçimle işbaşına geldiler, bazıları hala devam ediyorlar bu seçimlerin ardından ve çok kritik şekilde, çok sık bir şekilde iklim değişikliği karşıtı çevre krizlerini bir şekilde göz ardı eden açıklamalarda bulundular. Bu insanlar bu pozisyonları tuttuğu sürece, sizin o siyasetin sert değişim de olmaz, yumuşak değişim hiçbir şekilde olmaz. Yani sert değişimi geçtim, yumuşak değişim bile olmaz. Ne zaman gelişir? Şöyle bir anekdot paylaşayım, belki bağlantıyı sağlayabilir.

Yıllar önce bir televizyon programında bir şey izlemiştim. Tam olarak kim söyledi hatırlayamıyorum, o yüzden bir atıfta bulunmayacağım ama şöyle bir şey söylenmişti. Sizin evinizin içinde ne konuşuluyorsa, ilerleyen zamanlarda çoluk çocuğunuz da yine onları konuşmaya devam edecek diyordu. Yani siz eğer evinizin içerisinde bu dünyadaki her hane olabilir, hanenizin içerisinde uzay araştırmalarından bahsetmiyorsanız konuşmuyorsanız, bilimsel araştırmaların neden önemli olduğunu, akademinin ürettiği bilginin neden önemli olduğunu ve akademiye neden saygılı olmamız gerektiğinden bahsetmiyorsanız; iklim krizinin bizi nereye getireceğini, hangi sorunları yaratacağından bahsetmiyorsanız, çocuğunuz ilerleyen zamanlarda bir siyasi parti vasıtasıyla veyahut bağımsız -fark etmez sisteme bağlı- parlamentoya veya karar alma mekanizmasını oturduğu zaman o bahsettiğimiz konular en son veya ikinci veya üçüncü planda ilgilendiği konular olmaya devam edecek diğer konuların yanında. Birazcık da toplumun bu farkındalık aşamasında başlıyor.

Mert Bey’e katılıyorum bu konuda. Bizim aslında Türkiye üzerinde büyük bir farkındalığımız var. Geçenlerde Nuri Bey de hatırlayacaktır, panelde bir katılımcı sormuştu, neler yapabiliriz gençleri entegre edebilmek için? Ben de zaten entegreyiz , daha ne yapmanız gerekebilir ki? Yani sadece yapmanız gereken şey pozisyon açmak bize masada, bizim oraya oturmamıza sağlamak. Dedim ya, her zaman arkamızda taşıyoruz takım elbiseleri ;o masalara oturabiliriz o anlamda, o süreçlere dahil olabiliriz. Bu yüzden dediğim gibi -biraz uzattım ben de- sert değişim dediğim gibi ne hangi boyutta, hangi kısma bağlı olduğuna bağlı olarak değişebilir. Ama ben korktuğumu söyleyemeyeceğim. Çünkü zaten hani korkulacak ve çok dehşet verici bir sona doğru yol alıyoruz. Hani bir birkaç yıllık sıkıntı çekmek, birkaç yıllık ekonomik bunalım yaşamak çok da problem yaratmayacaktır benim açımdan açıkçası.

Mert Fırat- Biz değişimin kendisi olduk diyorsun. Şimdi bizim bir kahve molamız vardı ya, o aslında yok. Çünkü soru sormaya başladınız. Ne zamanki soru soruyoruz… Bitiminde çok güzel şekilde ağırlayacağız. Şaka bir yana, sorularımızı şevkle sormaya devam edelim. Biraz daha sorularımıza devam edeceğiz, sonra aşağıda doğal menümüz, ekolojik menümüz aşağı değil, yukarda hemen çıkışta yedirmeye izin veriyoruz, ikram ediyoruz öve dışarıda sizleri bekliyor olacak. Birkaç soru da alacağız… Hanımefendi; lütfen devam edelim, sonra size geleceğiz.

Salondan- Ben yine o anıta dönmek istiyorum. Bir cevabım olduğu için sormayacağım aslında bunu Onat. Öyle çok büyük bir şey de yok kafamda. Sadece hep 2045, 2050, 2030 falan geçiyor ya. Ben mesela 80’de doğmuş bir insan olarak benim hayatım da şöyle geçti. Evet, sen bir darbe süreci içerisinde büyüdün ama hani işte şu da olacak, bu da olacak, şunu toplayacağız, bu da geçecek, bilmem ne filan. Geldim 41 yaşına, hani çok da eğlenceli bir hayatım olduğu söylenemez bir sürü anlamda. Bazı yerleri çok eğlenceliydi, oraya girmeyelim.

Sen ne hissediyorsun? 2045’te kaç yaşında olacaksın mesela ve hani o zamana kadar bugün delice bir kısmını gördüğümüz iklim sebepli afetlerin ne kadar arttığını ne kadar görüyor olacaksın? İklim aktivisti olduğu için biliyorsundur muhtemelen sizin kuşağınızla bizde hani ihtimal inşallah göreceğiz ne yaşayacağımızı ama hani bunun duygusu ne hissettiriyor sana? Yani 2045 lafı geçiyor sana. 2045’te Onat kaç yaşında olacak, neler görmüş olacak ve ondan sonrasına dair hani bu çözümün katalizörü ne olacak sizce? Ben onu merak ediyorum. Yani şey dedi ya IPCC, yani şimdi motor kapatacağız, kapatmadıksa bitti diyor ya. Hani 10 yılımız var, 10 yıl sonra her şey bambaşka bir şey. Böyle şeyleri çok duyuyoruz, biliyorum. Felaket tellallığı da çok yoran bir şey, onu da biliyorum, anlıyorum da ama benim kafamda hep şey dönüyor: Kendi tarafımdan gelen işte hallolacak, hallolacak, geçecek, düzelecek derken tepetaklak gidiyormuş gibi hissediyorum. 40 yaşındayım, bundan sonra ne kadar iyileşebilir diye meraklanıyorum.

Bir de hani katalizör meselesine dair sizin ne düşündüğünüzü gerçekten merak ediyorum. Çünkü bana hep şöyle geliyor: Hani çıkar grupları dedik, bir sürü bir şey dedik, bugün motor kapatma dedik. Bugün motor kapatılmayacağını biliyoruz ama hani yakın zamanda sevgili Latife Tekin şey dedi ya: Hani dünyayı yaşanabilir kılacak olan şey yoksullukta eşitlenmek. Zenginlikte eşitlenemeyeceği bize göre dedi, yoksullukta eşitleneceğiz belli ki. Hani o çözümün katalizörü ne olacak? Bugün motor kapatmanın ihtimali var mı? Nedir onun getireceği sizce? Ne konuşuyorsunuz aranızda merak ediyorum?

Onat Sarıtaş- Teşekkürler sorunuz için. Bir birçok insanın aksine çok da alanım olmayan konularda konuşmayacağım bu bazı noktalarda ama bir noktaya değinmek istiyorum. Aslında 40, ben de aşağı yukarı sizin yaşlarda olacağım. Şu anki yaşınızda, 40 küsur yaşlarında olacağım o sıra.

Ne hissettiğimize gelirsek, gelecek olursak: 2030 deniyor, 2040 deniyor, 2045 deniyor, 2050 deniyor, 2070 duydum… Yani belki daha fazlası da vardır, bilmiyorum; çok da artık bir yerden sonra zaten bir şey ifade etmiyor, sadece laf yani. Hissettiğimiz şey, düşündüğümüz şey şu: Belki de dediğim gibi bu çok biraz hem öznel hem nesnel bir konu olduğundan dolayı bazen çoğu çok çoğu arkadaşım adına konuşamıyorum ama bazen çoğu arkadaşım adına konuşabiliyorum. Bu konuşabildiğim konulardan birisi. Şunu belirtebiliriz: Bize sürekli dedim ya az önce konuşma sırasında çağırıyorlar; işte Cop’tan tutun normal ulusal toplantılara kadar, otel masraflarından tutun yemek masraflarına kadar her şey karşılanıyor bir şekilde bir fonlamayla, dinleniyor; özür dileniyor ve gönderiliyoruz. Sonra diyorlar ki: Sizsiniz bu işin çözecek kişi. Tamam sizsiniz işte bizim bırakacağımız pozisyonlarda koltukları dolduracak olan. Tamam, bırakın o zaman çözelim ama bu şey değil. Nasıl desem, kibirli bir yaklaşım olduğundan dolayı demiyorum bırakın çözelim diye ve her kesim için de söylemiyorum. Tabii ki bir anlamda yaş almış bürokrasiden bahsetmiyorum, belirli noktalarından bahsediyorum. Yani işlemeyen, artık bir şekilde hantallaşmış; yani şu anda var olan sistemdeki hantal bürokrasinin değişime, dinamizme ihtiyacı var. Biz orayı doldurabiliriz, bunu söylüyoruz sadece. Çünkü diyoruz ki; ben belki bireysel olarak sonuçta iklim biliminde herhangi bir çalışma yapmadım -örnek veriyorum- ya da başka bir alanda ben bir çalışma yapmadım ama yapan arkadaşlarım var. Buralarda gelip bunların danışmanlığını alabilirsiniz veya bu toplantılara bunu alabilirsiniz. Bunları söyledikten sonra tabi ki yine bir tebessümle, “sizlersiniz bizim yerimizi alacak.” Tamam, ne zaman? “İlerleyen zamanlarda, gelecekte sizsiniz.” Gelecekte ben 40-50 yaşında olacağım. Yani ben genç değilim ki. Tamam tabi ki yine iş yapabilirim, yani bir şekilde yardımcı olabilirim ama eğer illa ki genç katılımı istiyorsanız ne zaman isteyeceksiniz? Ben şu an gencim yani. Hani zaman bana aykırı işlemiyor sizden. Yani farklı bir zaman algım yok benim; karadeliğin yanında durmuyorum onun ekseninde. Yani böyle bir durum yok ve bunlar söylenince bu tepkileri veriyoruz veya bu şeyleri düşünüyoruz.

Sistem içerisindeki değişikliğe nasıl değinebiliriz? Mesela şöyle bir şey belirtebiliriz: Ben Dünya Ekonomik Forumu’nun ve Global Shappers Community adlı bir organizasyonu var, belki duymuşsunuzdur. Dünyanın çok çok çok çok farklı şehirlerinde bulunuyor. Ben de Ankara’nın bir üyesiyim. Ne yapıyoruz mesela biz orada? Bunu neden söyledim, ne yapıyoruz burada? Dünya Ekonomik Forumu’nun dediğim gibi herkes farkında, belirli kararlar, Davos toplantılarıyla biliniyor. Davos toplantılarına bizim aramızdan arkadaşlarımız da bulunuyor, dünyanın dört bir yanından arkadaşlarımız de bulunuyor. Bu arkadaşlar kimler? Benim gibi yeni üniversiteyi bitirmiş, belki de belki de yeni üniversitede olan veya bir şekilde kendi toplumunda bir şeyler yapmaya başlamış genç liderler olarak adlandırılıyor. Bu insanlar kendi ajandalarını foruma yansıtabiliyorlar veya bu insanlar kendi ajandalarını o toplantılarda, o karar alıcılara yansıtabiliyorlar. Bu ne demek oluyor? Sisteme sistem içerisinden biz aşı yapmaya çalışıyoruz ya da bir şekilde farklı bir bilgi aşılamaya çalışıyoruz, farklı bir nokta aşılamaya çalışıyoruz burada. Benim aslında inandığım şey, birçok arkadaşımla da tartıştığımız nokta buydu. Belki pasif, birazcık da optimist davranıyorsun diyorlardı bana bu konuda. Fakat optimist olduğumu düşünmüyorum. Çünkü şu ana kadar bazı şeyleri sistem içerisine değiştirdiğimize şahit oldum. Çok kritik bir anda önü kesilen, yani sistemde bir anda çarkın değiştirildiği noktalara da ihtiyacımız var. Ama sistem içerisinde gerekli pozisyonları doldurduğumuzda, gerekli koltuklara geçtiğimiz zaman… Neden bunu söylüyorum sürekli? Çünkü tamamen aslında aynı sorundan dolayı. Yani yanlış anlaşılmaya tekrardan dediğim gibi mahal vermesin. Ama bazı insanlar gerçekten 10 yıl ömrü kalmış gibi hareket ediyorlar ve bu 10 yıl ömrü kalmış bir hareket eden insanların çoğu politikacı ve bu can sıkıcı bir durum. Bu yüzden buraya bizim gelmemiz gerekiyor. Çünkü ben bundan rahatsız olacağım ilerde ve ben bunun direkt olarak, birincil elden problemini yaşayacağım. Bütün arkadaşlarımız, bütün benim neslim, benden sonra gelenler bugün hatta şu an şu saniye doğanlar; onların önüne geçebilmek için bu sisteme bu anlamda entegre olmamız lazım. Dedim gibi sorunuzun diğer kısmında çok alanım olmadığından dolayı konuşmak taraftarı değilim ama umarım cevaplamışımdır.

Mert Fırat- Bir sorumuz daha var.

Ata Selçuk- Herkese iyi akşamlar. Ata Selçuk, Ortadoğu teknik öğreti üyesi. Evet, 50 yıldır bunları konuşuyoruz yani. Stockholm’le başladı, Roma Kulübü, the limits to growth’la başladı. Sonra Rio dedik, Rio 20 dedik, onlara baktık. En son bize çok güzel bir Paris İklim Anlaşması var, uysak ne kadar güzel olur. İşte global hedeflerimiz var ama ilerleme raporlarına baktığınız zaman karnemiz felaket. Dolayısıyla durum, evet hep böyle bir bilinç düzeyini artırma farkındalığı arttırmaya yönelik. Sonuçları da iyi bu anlamda baktığınızda. Hem kurumlarda hem bireylerde baktığınızda bunun önemine vakıf olan oran yüzde 90’ların üzerinde. Ama kurumlarda iyi örnek verebileceğiniz sürdürülebilirlik bağlamında bir uygulamanız var mı dediğinizde, maalesef yüzde 25’lerde. Bireylere peki “farkındasınız ama sürdürülebilir ürün ve hizmet satın alıyor musunuz, aldınız mı?” dediğinizde bu da yüzde 20’lerde. Demek ki farkındalık iyi ama aksiyona dönüşmemiş, böyle bir sıkıntımız var. Ama öte yandan, yani ben de aşağı yukarı 20 yıldır, bu 50’nin 20’sinde bu işin içindeyim. Son 2 yıldır diyebilirim özellikle KOBİ ölçeğinde ve büyük şirketlerde de inanılmaz bir hareket var. Bunun sebebi farkındalık değil. Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde sınırda karbon düzenlemesinin getirdiği, getireceği potansiyel vergi uygulaması. Şimdi Türkiye için de tabii Avrupa Birliği çok büyük bir müşteri. Hatta ilk ihracat yaptığı büyüklükte ilk müşterisi olduğu için, 93 milyar dolarlık bir ihracat yaptığı için, bu işin pabucu 1.8 milyar dolara bağlandığı için eğer uymazsa sürülebilirliğe; herkes kendini toparlamaya çalışıyor. Kurumlar da böyle. Bireylere geldiğimizde biraz önce örneğini verdiniz; işte poşet uygulaması dedik. Poşetler hemen bir bedele bağlanınca düştü fiyatları baktığımızda. Şimdi plastik kullanımı konusunda depozito uygulaması gelecek, muhtemelen orada da düşecek. Demek ki bu işin ucu bir parça yaptırımlara da bağlı veya ceza-ödül sistemlerine bağlı. İlk sorum siz bunu nasıl görüyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?

İkinci sorum; içinde bulunduğumuz maalesef bu olumsuz tablonun ana sebebi bence lineer ekonomi ve bu lineer ekonominin de önemli ölçüde kritik başarı göstergesinin büyüme olması. Dolasıyla bunun karşısında da elimizde döngüsel ekonomi dediğimiz çok güzel bir model var. Bu da biraz önce kot örneğini verdiniz. Evet, kot çok fazla pamuk kullanıyor. Pamuk çok su tüketiyor, sürdürülebilir bir ürün değil ama döngüsellik bağlamında baktığınızda MUD Jeans farklı bir iş modeli getiriyor, kotları artık kiralıyor.

Mert Fırat- Türkiye’de örneğin Bego Jeans.

Ata Selçuk- Dolayısıyla döngüsel ekonomiyi çözümün bir parçası olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? İki soruyu tüm katılımcılara, panelistlere sormak istiyorum.

Mert Fırat- Sıradan ilerleyelim isterseniz. Bana sormuyorsunuz değil mi? Ben çünkü demin aşağı yukarı bunu söylemeye çalıştım. Etkisi nasıl olur?

Louise Morsing- Döngüsel ekonomi anlamında bir takım ödüller ve cezalar uygulanabilir evet… İnsanlar satın almak yerine kiralayabilir. Bana kalırsa, bu uygulamalar dünyanın bazı yerlerinde diğer yerlere göre daha gelişmiş. Ama bazı yerlerinde o kadar gelişmiş değil. Sınırlı deneyimlerime göre, şimdiye kadar oldukça başarılı da olmuş. Bence çok iyi örnekler verdiniz… Sorunuzu cevaplayabildim mi?

Louisa Vinton- Bence tüm mesele, teşvikler. Sanırım varmak istediğiniz nokta buydu. İyi davranışlar için güçlü ekonomik teşvikler, kötü davranışlar içinse güçlü ekonomik cezalar olmalı. Bence buna ulaşmanın en kolay yolu karbon vergisi uygulamak…Belki Türkiye’de çıkarılacak iklim yasasında ve emisyon ticaret sisteminde bunun bir türünü görebiliriz…

Burada Louise’in söylediklerini yineleyeceğim. “Avrupa Yeşil Mutabakatı”na çok inanıyorum; “Sınırda karbon düzenleme mekanizması” Avrupa’nın çevre pazarlarına da yansıyacak -ki bence dahiyane bir uygulama bu. Türkiye üzerinde de büyük etkiler yaratacak. Bence asıl zorluk, bunun tutarlı, etki alanı geniş olan, gerçek anlamda küresel bir sistem olmasını sağlamak. En azından düşünce anlamında konuşacak olursak, bence buna ulaşmanın en hızlı ve kolay yolu dünya genelinde karbon vergileri, ama bu son derece zor. Birçok ülkenin bunun dışında kalmayı tercih ettiğini ve ülkelere özgü ayrıntılar olduğunu görüyoruz. Nordik ve İskandinav ülkelerinin kaydettiği ilerlemeleri görüyoruz; Avrupa Birliği kaydettiği ilerlemeyi Türkiye’ye aktarıyor ancak Türkiye’de konu biraz daha derme çatma ilerliyor. Örneğin sıfır atıkla ilgili çok fazla söz söyleniyor, ancak bunu gerçeğe dönüştüren bir politika var mı? Eylemler ne kadar sistematik?
Yani aslında bir başlangıç adımı atıldı ama UNDP’de bizler daima “kavram kanıtı” dediğimiz şeyi sağlamaya çalışıyoruz. Yerel düzeyde bunu yapan pek çok projemiz var… Mesela orman köylerine yönelik güneş panelleri veya enerji verimli motorlar geliştirilmesi gibi… İşleri yalnız teknolojik anlamda göstermekle kalmayıp aynı zamanda bunu destekleyecek finansal mekanizmanın nasıl yaratılacağını da belirlemek gerek. Ancak bana kalırsa bunlar hala son derece kısmi ve sektöre özgü; çok daha sistemik olması gerekiyor.

Stockholm+50’ye hazırlanırken gerçekleştirilen istişarelerde, insanların “lütfen bize yeşil ekonomi için düzenleyici bir çerçeve verin” dediğini duyduk. Ama tabii burada adil bir dönüşüm, adil bir geçiş gerekiyor. Yani insanları kömür endüstrisinden çıkaracaksanız, onları başka tarafa yönlendirmeniz gerekir. Danimarka’da insanlar fosil yakıt sektöründen çıkarılıp rüzgar sektörüne koyuluyor, yani bir yol oluşturuluyor. Bunun burada da geliştirilmesini sağlamalıyız.

Siz de buna çok net biçimde değindiniz… Finansal, yani mali teşvikler bu işi çok hızlı bir şekilde yapabiliyor. Yani sürdürülebilir kalkınma hedefleri gibi bir takım yasal çerçevelere kıyasla demek istedim. Ya da bu tarz çerçeveleri gerçek pratikle birlikte doldurup destekleyebiliyorlar bu tarz teşvikler. Dolayısıyla evet haklısınız, ihtiyacımız olan şey bu. Ama daha fazlasına ihtiyacımız var. Buna küresel düzeyde, şu ankinden daha hızlı ihtiyacımız var. Ancak bir şey daha eklemek istiyorum… Yaşını almış biri olarak jenerasyonlar ve gençlik hakkındaki yorumlarınıza dipnot düşmek isterim. Öncelikle, COVID-19 sırasında kimlerin dışarıda bırakıldığının ve kimlerin mağdur olduğunun son derece “göreceli” olduğunu gördük. COVID-19 döneminde, ABD gibi yerlerde yaşlılara resmen “eh artık zamanınız geldi, gidin bir yerde ölün lütfen” dendiğini gördük. Gerçekten de… Bunun yaşandığını gördük. Ölenler kimdi? Bakımevlerindekiler veya korunması, bakım görmesi gereken yerlerde barınan kişilerdi. Yasal olarak şu anda New Jersey’de ikamet ediyorum; New Jersey’de sanırım yaşlı bakımevlerindeki insanların %30’u COVID-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Bu neyi ifade ediyor? O yüzden, kimlerin sesinin duyulması gerektiği hakkında genellemeler hakkında dikkatli olmak gerekir.
Yine yaşını almış biri olarak, uyarı niteliğinde bir şey daha söylemek isterim. Bu yıl veya geçtiğimiz yıl, hayatım boyunca doğru bildiğim, hayatımın bilgeliği olarak adlandıracağım inançlarımın üç farklı durumda tamamen yanlış olduğu ispatlandı. İnsan zaman içerisinde her şeyin daha iyiye gideceğini düşünüyor her nedense…

Mesela kariyerim boyunca hep Doğu Avrupa’yla ilgili çalıştım. Türkiye’ye gelene kadar kariyerim Doğu Avrupa, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi Doğu ülkelerine odaklanmıştı. Mesleğime 1989’de Radio Free Europe’da başladım. O zamanlar konuştuğumuz herşey komünizmin bitmesiyle birlikte yeni imkanlar, özgürlüğe kavuşmuş, bağımsız, kendi kendini yöneten demokratik devletler ve piyasa için gördüğümüz potansiyel hakkındaydı…Ama şimdi Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, bu konuda ilerleme kaydettiğimiz yönündeki tüm bu algıları alaşağı ediverdi. Ukrayna’yla ilgili bir sorun olduğundan demiyorum. Ama görüyorsunuz işte, bir sabah uyandık ve “hey, ne oldu şimdi?” dedik… Birincisi bu…İkincisi, iklim değişikliği… Daha önce söylediğim gibi, dünyanın sonu geliyor, her şey çok karanlık. Yarın dediğimiz gün artık geldi çattı…

Son olarak kadın hakları var. Ben annemin jenerasyonunun kadın haklarının gerçek anlamda temelini oluşturan savaşları verdiği ve bunları kazandığını bilmenin rahatlığıyla büyüdüm. En azından ABD için. Ancak dünyanın her yeri için geçerli bu durum bence. Sonra, birden fark ediyorsunuz ki, hayatta her şey tersine dönebilir, hiçbir ilerleme cepte görülmemeli veya kalıcı sayılmamalı…

Dolayısıyla, tabii ki herkesin deneyimi farklı olabilir ama kendi hayatımdan aktardığım bu üç olay bize gösteriyor ki, herşey tepetaklak olabilir. Tersine dönebilir. Örneğin, bağımsız, demokratik devletlerin kurulması yönünde elde edilen başarıların büyük bölümü Rusya tarafın tersine döndürüldü. Bu ilkelere meydan okunmasını gördük. Kadın hakları, neredeyse dünyanın her yerinde engelleniyor. ABD gibi, dünyanın en saygın demokrasilerinden bazıları da dahil buna. İklime gelince, neredeyse varoluşumuza meydan okuyor.

Tüm bunlardan çıkaracağım tek olumlu anlam, hiçbir şeyi çantada keklik görmemeliyiz. Mevzu koltuk mevzusu da değil…Size yerimi veriyorum; yerime siz geçebilirsiniz. Ancak aktivizm anlamında, daha yaşlı jenerasyonların çok fazla bilgelik ve bilime sahip olduğu da unutulmamalı… Bana göre iklim mücadelesinde bilimi aklımızdan çıkarmamalıyız. Uzun zamandır bilime kulak vermeyi reddediyoruz. Ama aslında bu herkesin, tüm jenerasyonların verdiği bir savaş. Burada önemli olan şey, Onat’ın da söylediği gibi, gençlerin de kesinlikle arabanın sürücü koltuğuna oturtulması. Pardon arabada demeyelim de bisiklet diyelim. Gençler bu bisikleti çok hızlı kullanabiliyor… Ama gerçekten de, herkesin katkıda bulunması gerek.

Mert Fırat- Teşekkür ediyoruz cevap için. Sen de cevaplamak ister misin Sonat’cığım, eklemek istediğin bir şey var mı?
Onat Sarıtaş- Benim son küçük bir eklemem gerekiyor. Genelde şeyle karşılaşıyoruz herhalde: Bütün büyük değişimler, aslında tarihte de gördüğümüz değişimler genelde terör üretmekle bir şekilde mükellef oluyorlar kendi içerisinde. Çoğu konuşmamızda, arkadaşlarımızla veya geçen bir panelde de yine aktarmıştık. Gerçekten mesela belirli bir politika değişimine gerek duymak için, özelikle fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçmek noktasında bir savaşa gerek var mıydı? Çünkü mesela mevzubahis savaş ortaya çıktığında, çok büyük bir sürü önemli politikacı fosil yakıtların bitmesi gerektiğini ve artık yenilenebilir enerjiye geçmemiz gerektiğini söylemeye başladılar tekrardan. Tabii önceden de söylüyorlardı ama hani bu sefer çok daha güçlü bir şekilde söylemeye gerek vardı, gerek duydular. Biz de şeyi sorguladık:
Gerçekten bu savaşa gerek var mıydı? Bunu ciddi, güçlü bir şekilde söylemek için. İkinci bir şekilde döngüsel ekonomi -hocamızın da bahsettiği gibi- bir şekilde yine revaçta olmaya, revaçta konuşulmaya başlandı. Yine Covid krizinden sonra biraz biraz daha arttı bunun süreci. Gerçekten Covid 19’a ihtiyacımız var mıydı? Bir anlamda bir pandeminin ülkeyi, bütün dünyayı mahvetmesine, dünyayı kendi çeperinde almasına ihtiyacımız var mıydı? Tarihi arayıp çok katılıyorum, çok çok katılıyorum. Bilimin ve akademinin uzun yıllar birçok yerde göz ardı edildiğine şahit olduk. Önümüzde bu kadar büyük bir şekilde bir bilimsel birikim ve akademik birikim, akademik kümülatif bilgi varken, onları bir kenara itip tarihte olmuş olan ve yaşanmış olan olayları bir kenara bırakıp, sadece günlük bir tecrübe aktarımı ile yaşamaya çalışmak bence çok da -tırnak içinde- sürdürülebilir değil bir yerden sonra ve bu bize ya yaramıyor. Gördük yani 50 yıldır; 50’nci yılını gördük şu an Stockholm toplantısının ve yaramıyor. O yüzden bence tarihe bakıp, tabii ki ne olduğunu görüp şu anda da gerçekten çok büyük krizlere ihtiyacımız olmadan bazı değişimleri yapmamız gerektiğini anlamamız gerekiyor belki de.

Mert Fırat- Ben de şöyle bir şey eklemek istiyorum. Çok teşekkürler. Böyle bu pandemilerden önceki süreçler ve sonraki süreçler dünya tarihinde çok acayip etkilere böyle gebe olmuş. Ne bileyim İspanyol gribi diye adı hiç öyle hoş değil, anılması hoş değil ama maalesef öyle yerleşmiş. İşte bu İspanyol gribinden sonra, hatta öncesinde başlayan bir avangart akımlar süreci var. İşte böyle ben hep bunu söylemeyi seviyorum. Çünkü gerçekten öyle bir şey de oluyor. Öncesinde bir avangart akımlar süreci var, fakat sonrasında fütüristler, dadaistler… Hatta hep böyle derler ya: Dadaistler, fütüristler çıktı, kütüphanelere yakın dediler. Bütün bilgiler gitsin, kütüphaneler yansın, artık yenileri yazılsın falan… Böyle fütürist oyunlar oluyor. Mesela binlerce insanı bir salona topluyorlar, ışığı iki kere açıp kapatıyorlar, “bitti çıkın” filan diyorlar. Tiyatroya ve tiyatroculara, performans sanatçılarına filan saldırılan böyle çok ilginç bir süreç var. Çünkü gerçekten böyle bir 3 yıl, 2 yıl boyunca milyonlarca insan ölmüş ve böyle insanlar bir yere tıkılmış, bir pandemi yaşamışlar. Korkunç bir süreç… Fakat ondan sonra siyaseten dönüşümler ve maalesef Sanayi Devrimi; hemen arkasından bir Sanayi Devrimi gelmiş; belirli bir açlık, yoksulluk vesaire olmuş. Şimdi züğürt tesellisi midir bilmiyorum ama şimdi bir Sanayi Devrimi söz konusu değil. Bir devrim söz konusu ama tersine bir sanayi devrimi demin hocamız söylediği gibi. Biraz da İklimce’nin özelliği bu, sonunda biraz böyle umut pompaladığımız bir şey, şimdi oradan geçiyoruz; yani reklamlar.

Şimdi dolayısıyla değerlemelerin aslında bir yandan da karbon ayak iziyle ölçüldüğü ya da döngüsel ekonomiyle ölçüldüğü şirketin asetlerinden bir tanesinin aslında üretim pateni ve üretim stoğu varken, bir yandan da aslında döngüsel stoğu ve nasıl bir … olduğuyla da ölçülmeye başladı. Çok yakın zamanda borsaları filan çıkıyor, karbon borsaları. Aslında kapitalizm “ondan da nasıl yararlandım” filan diye araya girdi. Dolayısıyla o tarafta şunlar da olmaya başladı ama bir şirketin değeri onunla ölçülmeye başladı. İsmi lazım değil, çokça şekerli ürün üreten bir Amerikan-Fransız şirketi, sadece ürünü … … …. Ne nedir ona? Adil üretime getirmek zorunda kaldı, işte carbon free gerçekleştirmeye çalıştı ama şunu şikayet etti: 299 tane öyle olmayan ürünü varmış yani. Dolayısıyla tüketiciye bundan daha iyi bir şey yapamazdı. Yani bir anda tüketici dedi ki: Bir dakika, ben artık bu ürünün kalın 299’unu almamalıyım ya da bu söylemde olmayan partiyi öyle takip etmemeliyim. Ya da bu söylemde olmayan kişiyi bu şekilde takip etmemeliyim, izlememeliyim. Yani dolayısıyla bu anlamlı tüketim, tüketim, üretim ve türetim; yani dolayısıyla türeticiye doğru gittiğimizde -Uygar’ın çok güzel bir söylemi o- şimdi … NGO’su var bir yandan da böyle bir, onun da şeyini unuttum. Good for trust… … … (seste kesilmeler) aslında artık türetici, bizim de aslında böyle tüketime katkı koyan, tam da tüketmeyen bir yere doğru geldiğimiz bir çağdayız. 18 yaşın hemen üzerindekileri siyasete sokmak gibi bir derdimiz var bir tarafıyla değil mi? O tarafta nasıl o koltuklar siyasete girmeden ya da siyaset işi doldurulur, onların da konuşulduğu bir evredeyiz yani. Kısacası aslında PR mı diyorsun? PR diyor, partiye PR diyor, doğru diyor.

Mert Fırat- Dolayısıyla aslında gençlerin çok ciddi etkiler yarattığı, yaratabildiği, değişime etki koyabildiği bir yerden geçiyoruz. O yüzden ne kadar zorlu bir dönemden geçsek de bu kriz insanlığın krizi aslında. Antroposen insandan da kaynaklı olduğu gibi gezegen yaşamaya devam edecek. Hani o kendi şartları içinde yaşayacak, bir dönüşüm daha geçirecek fakat olan bize olacak. Dolayısıyla bizler yok oluyor olacağız ve gitgide de yok oluyoruz zaten o anlamda. Dolayısıyla tam kapatmadan önce bununla ilgili nasıl bir mesaj vermek istersiniz? Bugün hazır da hem 59’nci yılından geçerken söylemek istediğiniz bir şey var mı? Eklemek istediniz bir şey var mı bitirmeden önce diyorum ve en gencimizden başlıyorum.

Onat Sarıtaş- Olumlu konuşacaksak defteri bırakıyorum.

Mert Fırat- Hah! Defteri, kitabı bir kenara bırak.

Onat Sarıtaş- Şöyle çok katıldığım bir nokta vardı burada. Az önce konuşma sırasında da sürekli bir şekilde aktarmaya cidden çok önem verdiğim ve altını çizmeye çok önem verdiğim nokta şuydu ki: Aslında sizin de bahsettiğiniz gibi, sizin aktardığınız gibi bizim insanlık olarak yarattığımız bu kriz dünyaya bir anlamda… Yani tabi ki dünyaya bir etkisi oluyor fakat dünya çok daha kötülerine atlattı, çok çok çok daha kötülerini atlattı milyarlarca yıllık yaşantısında. Olan bizi olacak dediniz gibi. Yine tarihte geri gitmek istiyorum. Geriye gidip baktığımızda görüyorum ki yani ben daha 24 yaşındayım. Bir kitap okuduğum zaman, geriye dönüp baktığım zaman çok büyük krizleri aslında bütün insanlık olarak bir araya gelip bütün en iyimizi ortaya koymaya çalışarak, ortak çalışmaya başlayarak ve bunu gerçekten başararak bir çok büyük krizi önlemişiz ve bir yerden sonra var olan krizleri sonlandırmışız. Bu bence çok büyük bir başarı. Çünkü bize bir şekilde bilinç olarak şunu aktarıyor, şunu aşılıyor ki; aslında bir araya gelirsek bir yerden sonra her şeyi çözebiliriz ve çözemeyeceğimiz çok az şey var. Belki de David Attenborough’un COP26’daki konuşmasına da atıf vermek gerekirse, kendisinin de belirttiği gibi: Biz gerçekten ama gerçekten eğer birlikte kesin, suretli bir şekilde ve odağımızı bir noktaya verdiğimiz zaman çalışırsak çözemeyeceğimiz sorun yok. Buna iklim krizi de dahil. Evet, çok uzun yıllardır sebep oluyoruz. Yani hala sebep oluyoruz, olduk ve oluyoruz ama çözümüne de bir şekilde yardımcı olabiliriz ve çözümünü de sağlayabiliriz.

Onat Sarıtaş- Olumlu mesajı verdim mi diye düşünüyorum ama olumlu mesajım şu olur belki, dediğim gibi ek bir olumlu mesaj olarak adlandırılabilirse: İnsanlığın kümülatif bilgisine hala ihtiyacımız var. Bütün insanlığın tecrübesine, akademinin, bilimin ve ama bireysel tecrübenin -burada kesinlikle katılıyorum- yaş fark etmeksizin, cinsiyet fark etmeksizin; toplum, ülke, ulus, hatıra fark etmeksizin bütün tecrübelere ihtiyacımız var ve belki de bu yüzden zaten yerel halkların, yerel toplulukların önemi de burada ortaya çıkıyor. Çünkü onlar tarihle köklerini hala birlikte tutuyorlar.

Louisa Vinton- Evet, son derece negatif bir insan olarak benim pozitif mesajım şu: Mademki artık ne yapmamız gerektiğini biliyoruz ve çözümler de elimizde mevcut, sadece bu işi başarmamız gerekiyor. ‘Madem bunca zamandır biliyorduk ve bedellerini gözlerimizle gördük, neden hala yapmadık?’ diye sormak cesaret kırıcı olabilir. Ama ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Birincisi bu.

İkinci olarak, dayanışmanın son derece önemli olduğunu söylemek isterim. Ancak bence şu anki büyük risk, bilinçli insanların “iklim yası” dediğimiz psikolojiye, iklim kaygılarına yenik düşmesi… Bu konu üzerinde düşünmemeye çalışarak teslim olması. Çünkü insan kendini çok ümitsiz ve çok çaresiz hissedebiliyor.

Bu konu bireylerin tek başlarına çözebileceği bir şey değil. Burada küresel güçler ve hatta görünmez küresel güçler söz konusu. Bence dayanışma ve aktivizm, ayrıca aktivizm içindeki dayanışma çok önemli. Çünkü başkalarını da birlikte eyleme geçerken görmemiz gerekiyor. Bunun gibi toplantılar önemli. Birbirimizi bu yastan, teslimiyetten, işlerin ne kadar kötü olduğu ve daha ne kadar kötüleşebileceği fikrinden çıkaran, edilgenlikten kurtarmaya çalışan organizasyonlar çok önemli.

Artık ne yapacağımızı biliyoruz. Zorlamamız gerek… Aktif olmamız, bağırmamız gerek. Hep birlikte, çok yüksek sesle haykırmalıyız. Bu üç şeyi yapmamız gerektiğini biliyoruz. O zaman aktivist, ısrarcı ve talepkâr eylemlerimizde hep birlikte dayanışmamızı gösterelim. Hükümetlerden dayatılması ve uygulanması gereken düzenlemeler talep edelim ısrarla. Her şeyi harekete geçirecek teşvikler için hükümetlerin eline bakan şirketlerden eylem talep edelim

Louise Morsing- Louisa’nın dediklerine aynen katılıyorum. Öncelikle, bu durumun olumlu yönlerini bulup çıkarmam gerekirse, bunlardan ilki sorunu hep birlikte kabul etmiş olduğumuzdur. Sorunu biliyoruz, tanıyoruz.

İkinci olarak, dünyanın birçok ülkesinde bir şeyler yapmaya yönelik çokça pozitif enerji ve sağlam irade sergileniyor.

Üçüncü olaraksa, işbirliği yapmadan bu sorunla mücadele edemeyiz. O yüzden belki de bu sorunlar bizi birbirimize yaklaştırıyor olabilir. Ülkeleri, sivil toplumları, farklı jenerasyonları, şirketleri bir araya getirecek belki de. Çok teşekkür ediyorm.

Mert Fırat- Thanks a lot. Geldiğiniz için sizlere de çok çok teşekkür ediyoruz. İklimce Sohbetlerimizi devam ettireceğiz. Lütfen takipte olun diyorum. Bizden ayrılmayın diyoruz. Evet, İklimce kalın.

İklimce Sohbetler 2022 | Tüm Hakları Saklıdır | UNDP Türkiye
X